Ne Yapmalıyız Nasıl Yapmalıyız



‘’  Oku,  yaratan  Rabbinin  adıyla ! ‘’  Alak  Suresi   1.  Ayet.
            ‘’  Allah’a   döneceğiniz,  sonra  herkesin  kazancının  kendisine  eksiksiz  geri  verileceği  ve  hiç  kimsenin  haksızlığa  uğratılmayacağı  günün  bilincinde  olun. ‘’  Bakara  Suresi  281.  Ayet.
            Bu  ilk  ve  son  ayetler  arasına  sığdırılan  Kur’an’ı  Kerim,  dünyanın  dini,  sosyal  ve  politik  tarihini,  bilebildiğimiz  herhangi  bir  olaydan  çok  daha  köklü  bir  şekilde  etkilemiştir.  Hiç  bir  kitap asırlarca  bu  kadar  çok  insanın  sorduğu  şu  soruya  onun  kadar  kapsamlı  bir  cevap  verememektedir :  ‘’ Bu  dünyada  iyi  bir  hayat  yaşamak  ve  öteki  dünyada  mutlu  olmak  için  nasıl  davranmalıyım ? ‘’  Her  ne  kadar   Müslümanların  çoğu  bu  soruya  yanlış  cevaplar  veriyor  olsa  da ve  büyük  bir  kısmı  Kur’an  mesajından  uzaklaşmış  bulunsa  da  şu  gerçek  değişmemiştir.  Bütün  müminler  için  Kur’an,  Allah’ın  insana  rahmetinin  en  mükemmel  tezahürüdür,  en  derin  hikmet,  eşsiz  ifade  güzellikleri   bu  kitapta  dile  getirilmiştir.  Kısacası  Kur’an  katıksız  Allah  kelamıdır. 
            Kur’an  her  şeyden  önce,  inanca  götüren  en  geçerli  yol  olarak  akla,  düşünmeye  önem  vermekte  ve  insan  varlığını  ruhsal  ve  fiziksel  planda  bölünemez  bir  bütün  olarak  görmektedir.  Yani  insanın  gündelik  davranışlarının,  ne  kadar  dünyevi  olurlarsa  olsunlar ,  onun  ruhsal  hayatından  ve  kaderinden  ayrı  tutulamayacağını  vurgulamaktadır.  Kur’an  ‘’ Yok  mu  düşünen ? ‘’  diyor,  ama  insanlar  düşünmeyi  sevmiyor.  Düşünme  konusu  o  kadar  hor  görülüyor  ki,  çok  düşünen  kişinin  sonunda  delireceğine  dair  halk  deyişleri  bile  var.  Değiştirilmek  istenen  insan  kendisini  değiştirmeye  çalışan  Kur’an’ı  değiştirmeye  çalışıyor. 
            İnsanlar  bilseler  de  bilmeseler  de  hep  dini  yaşantının  içindedirler.  Dini  yaşantı  daha  çok  hayata  bir  anlam  vermeye  çalışmak  ve  bunun  için   düşünmek  ve  sizin  üstünüzdeki,  sizi  aşan  ve  sizi  yöneten  büyük  güçle  birleşme  isteğidir.  Kur’an’ın  düşünen  akıl  sahiplerine  indirilmiş  bir  kitap  olduğunu  anlayabilirseniz ,  dinle  ilgili  şahit  olduğunuz  örneklerin  çoğunun  aslında  dinin  kendisi  ile  değil ,  düşünmeyen  akıl  sahiplerine  ait  davranışlar  olduğunu  da  anlarsınız.  İnsanlar  hep  dini  yaşantının  içindedirler  dedik  ya ,  bu ,  kişilerin  kendi  günlük  ve  kişisel  bilinçlerinin  ötesinde  bir  bağlantının  kaçınılmaz  sonucudur.  Bu  bağlantı ,  kişi  bu  bağı  reddettikçe  varlığını  hissettirmek   ve  sesini  duyurmak  için  baskısını  artırıyor  ve  hastalık ,  sorun  olarak  karşısına  çıkıyordu.  Hangi  dine  mensup  olurlarsa  olsunlar  bu  olgu  kişileri  sarıp  sarmalıyor ,  etkiliyor  ve  düşünmeye  zorluyordu .  Kimim ,  nereden  geliyor  ve  nereye  gidiyorum .  Bu  dünyada  ne  yapmalıyım  ve  bunu  nasıl   yapmalıyım ? 
            Düşünmek  ve  araştırmak  ihaleye  çıkarılacak  bir    değildir . Herkes  bu  mücadeleyi  kendisi  vermeli  ve  kendi  deneyimlerinden  yola  çıkarak ,  aklını  kullanıp  düşünerek  kendi  sonucunu  çıkarmalıdır.  Yarın  öbür  gün,  ‘’ ben  bilmiyordum,  bana  böyle  söylenmişti,  öyle  zannetmiştim’’  demenin   bir  faydası  olmaz.  ‘’ Yalnız  Rabbinize  yönelin  ve  ölümün  ve  yeniden  dirilmenin  azabı  başınıza  gelmeden  önce  O’na  teslim  olun,  sonra  hiç  kimse  sizi  koruyamaz.  Bu  azap,  siz  farkında  olmadan,  aniden  başınıza  gelmeden  önce  Rabbiniz   tarafından  size  indirilmiş  olan  en  güzel  öğretiye  uyun  ki,  hiçbir  insan  Kıyamet  Günü  ‘ Allah’a  karşı  umursamaz  davrandığım  ve  hakikati  küçümseyenlerden  biri  olduğum  için  yazıklar  olsun  bana ’  demesin.  Yahut  ’ Eğer  Allah  beni  doğru  yola  iletseydi  mutlaka  O’na  karşı   sorumluluk  bilinci  duyanlardan  biri  olurdum ! ‘  demesin  diye.  Yahut,  kendisini  bekleyen  azabın  farkını  vardığında  ‘ Keşke  bana  bir  şans  daha  verilse  de  iyilik  yapanlar  arasına  girsem ! ’  demesin  diye.  O  zaman  Allah  şu  cevabı  verecektir :  ‘ Hayır,  olmaz.  Mesajlarım  sana  ulaştığı  halde  sen  onları  yalanladın,  büyüklük  tasladın,  yersiz  bir  gurura  kapıldın  ve  kafirlerden,  hakikati  inkar  edenlerden  oldun.’’  Zümer  Suresi  54. ….59.  Ayetler.  Biliyorsunuz  ki  bir  kanun  maddesi  hakkında  bilgisi  olmamak  kişiyi  o  kanunun  ihlalinden  doğan  suçtan  kurtarmaz.  Kitapta,  özünü  temizlemek,  düşünmek  ve  aklını  çalıştırmak  inanmanın  ve  İslamiyetin  neredeyse  temeli  olarak  sunulmasına  rağmen,  bunlardan  uzak  kalınması  düşündürücüdür  aslında.  Sanki  putlara  tapanlarla,  inançsızlarla,  yanlış  inançlarla  savaşmak  sadece  belli  bir  döneme  mahsustu  da  mesele  hallolup  bitmiştir.  Artık  Kitabı  okumaya,  anlamaya,  düşünmeye  gerek  yoktur.  Sadece  ‘’ Evet  ben  Müslümanım ! ‘’  demek  yeterli  oluyor  mu  acaba.  Allah,  ‘’ la  ilahe  illallah ‘’  sözlerinde  bulunan  ikrarı,  insanların  ezbere  söylemesini  mi  istiyordu.  Allah’ı  gerçekten  birlemek   aslında  tüm  dünya  hayatının  en  zirve  seviyesidir.  Ve  derin,  geniş  ve  engin  bir  düşünme  süreci  gerektirir.  Peki,  Allah  neredeyse  her  sayfada  düşünün,  aklınızı  çalıştırın  yoksa  azaba  uğrarsınız  diye  uyarırken  bunu  niçin  istiyordu.  Tabii  ki  bunu  insanın  kendi  mutluluğu  ve  esenliği  için  istiyordu.  Netice  itibariyle  insanın  kafasını  çalıştırmasını  öğütleyen  bir  kutsal  kitap,  sonunda  düşünenlerin  önüne  en  büyük  engel  olarak  koyuluyor.  Bu  dünya  hayatında  her  şey  geçici  ve  sınırlıdır.  Baki  olan  tek  şey  Allah’tır.  İnsanın  geçici  şeylere  yatırım  yapması,  onlara  zamanını,  enerjisini  vermesi,  sonu  hüsranla  biten  ilişkiler  ve  insanın  acı  çekmesi  ve  üzülmesi  kaçınılmaz  sonuç.  Bazen  bir  insana  duyulan  bağımlılık,  ondan  ilgi,  sevgi  ve  destek  beklemeye  dönüşüyor.  Bunlar  elde  edilemeyince  de  öfke  kızgınlık  ve  çaresizlik  kısır  döngüsüne  giriliyor.  Bazen  de  mala,  güce  duyulan  gerçek  dışı  güven,  onlar  herhangi  bir  şekilde  elden  gidince  büyük  bir  yıkıma  sebep  oluyor.  Aslında  yaratan  insana  öyle  bir  iyilik  yapmıştı  ki,  koca  bir  kitabın  özetini  bir  kaç  cümlede  özetleyivermişti : ‘’ Hamt  alemlerin  Rabbi  Allah’adır.  Rahman’dır,  Rahimdir  O.  Din  gününün  maliki,  hakimidir  O.  Yalnız  sana  ibadet  ederiz  ve  yalnız  senden  yardım  dileriz.  Dosdoğru  giden  yola  ilet  bizi , kendilerine  nimet  verdiklerinin,  üzerlerine  gazap  dökülmemişlerin,  karanlık  ve  şaşkınlığa  saplanmamışların  yoluna. ‘’
            Tanrı  dinleri  neden  getirdi ?  Neden  peygamberler  gönderdi ?  İnsanın  mutluluğu,  esenliği,  huzuru  için  değil  mi ?  Yoksa  birbirini  kırsın,  öldürsün,  sefil  ve  zelil  olsun  diye  değil.  Fakat  şu  an  manzara  hiç  de  öyle  gözükmüyor.  Aynı  Allah’a  ve  O’nun  peygamberlerine  inandığını  söyleyen  insanlar  birbirlerini  boğazlıyorlar.  Dinler  tarihine  baktığımızda  bir  peygambere  ve  onun  takipçilerine  savaşarak  ya  da  başka  yollarla  engel  olamayanlar  çok  ilginç  bir  yöntem  buluyorlar.  İnanmış  gibi  gözükerek,  dinin  mesajını  yavaş  yavaş  tahrif  ediyorlar.  Örneğin  Hz.  İsa’ya  en  çok  karşı  çıkan  Yahudi  asıllı  Romalı  Paul  taktik  değiştiriyor  ve  en  hızlı  inanmıştan  daha  hızlı  oluyor.  Sonra  ne  yapıyor,  Hıristiyanları  birbirine  düşürüyor,  kadını  toplumun  dışına  itiyor,  Hz.  İsa’yı  tanrılaştırıyor  ve  dini  kurumsallaştırıyor.  Peki  İslamiyette  ne  olmuştu ?  Hz.  Muhammed’e  en  çok  karşı  çıkan,  onunla  savaşan  Emevi  Sülalesi,  sonunda  taktik  değiştirerek  Müslümanlığı  kabul  ediyor,  halifeliğini  ilan  ediyor,  binbir  yalan  ve  hile  ile  Hz.  Peygamberin  torunlarını  öldürüyor.  Böylece  Emevi  hanedanı,  aynı  Hıristiyanlıkta,  kilisenin  ve  imparatorun  kazandığı  bir  pozisyona  geçiyor,  tartışmasız  bir  otorite  kazanıyor.  Çünkü  Halife  demek  Allah’ın  yeryüzünde  O’nu  temsil  eden  yetkilisi  demek.  Halifeye  karşı  gelmek,  Allah’a  ve  peygambere  karşı  gelmek  demek.  Peki,  Yaratan  bu  sonucu  ta  en  başından  görmedi  mi ?  İşte  bu  mümkün  değil.  Hz.  İsa  son  akşam  yemeğinde  havarilerinden  birisinin  onu  ele  vereceğini,  bir  diğerinin  onu  reddedeceğini  söylemedi  mi.  Ya  Peygamberimizin  Müslümanlığın  geleceği  ile  ilgili   kehanetleri.  Onlar,  bunları  kendilerine  bildirilmeden  bilebilirler  miydi ?  Yaratan,  Fatiha  Suresinde  din  gününün  sahibi  benim  diyor.  Yaratanın  mesajı  yanlış  anlatıldı  veya  yanlış  anlaşıldı,   bazen  de  tahrif  edildi.  Çünkü  insanlığın  idrak  kapasitesi  henüz  o  kadardı.  Bu    bir  süreç  işiydi.  Bu  süreç  henüz  bitmedi.  Ne  zaman  bitecek,  Yaratanın  bütün  dinler  vasıtasıyla  bildirdiği  gerçekleri,  bir  daha  asla  tartışmaya  ve  itiraza  meydan  vermeyecek  şekilde  ortaya  koyacağı  zaman.  Bunun  arkasından  bir  uyarı  geliyor :  ‘’ Yalnız  Bana  kulluk  yapın. ‘’  Ne  demek  yalnız  Sana  kulluk  ederiz ?  Demek  ki  başkalarına  da  kulluk  yapılıyor.  Kulluk,  karşılığında  bazı  değerler  elde  edeceğinize  inanarak  sahip  olduğunuz  bazı  değerleri,  bir  kişiye,  bir  şeye  sunmaktır.  Zamanınızı,  emeğinizi,  yeteneklerinizi,  duygularınızı  birisine  ya  da  bir  şeye  sunarak  karşılığında  güç,  güven,  bolluk,  huzur,  bereket,  sevgi  gibi  şeyler  almayı  umarsınız.  Kimden  umarsınız  bunu ?  Bazen  bir  kişiden,  bazen  anne  babalarımızdan,  atalarımızdan,  patronumuzdan,  devletten,  padişahtan,  eşinizden,  çocuğunuzdan,  bazen  bir  mevki,  para,  güzellik,  güç,  bazen  güneşten,  topraktan,  hatta  cinlerden,  ruhlardan,  tabiat  varlıklarından.  Bize  sevgi,  anlayış,  korunma,  yardım  etsinler  diye  kendilerine  kulluk  ettiğimiz  şeylerden.  Ve  her  kulluk  eylemi   bir  de  tapınma  eylemiyle  bütünleşir.  Bu  tapınma  özünde,  ‘’ben  senin  benden istediğini  yapıyorum,  sen  de  benim  istediğimi  yap ‘’  amacını  gütmekte  değil  midir.  Yaratan  meleklere  ‘’ Ben  sizin  bilmediklerinizi  bilirim ! ‘’  demişti ,  insanı  yaratırken.  Çünkü  O,  alemlerin   Rabbidir.  ‘’ Rab ‘’  sözcüğü  terbiye  edici  ve  öğretici  anlamına  gelir.  Yüce  Allah’ın  eğitiminin  amacının  ne  olduğu  ve  bunun  nasıl  sonuçlanacağı  bellidir.  Her  eğitimin  bir  amacı  vardır.  Allah’ın  öğretici  eli  her  zaman  insanın  üzerindedir.  Bu  eğitim  iki  şekilde  yürür.  Birincisi  Allah’ın  rahmet  ve  sevgi  eli,  diğeri  ise  gazap  ve  ceza  eli  ki  her  ikisi  de  bir  gerçeği  öğretmek  içindir.  Fatiha  Suresi  bize  açık  açık  söylüyor,  ‘’  Allah  dışında  kime  kulluk  ederseniz,  o  sizi  kendisi  için  kullanacak  ve  sonunda  ona  köle  olacaksınız. ‘’  Oysa  Yaratıcımızın  hiç  bir  şeye  ihtiyacı  yoktur.  O  bizden  O’na  teslim  olmamız  için  kendisi  adına  bir  şey  istemez.  Sadece  bizim  mutluluğumuzu  ve  esenliğimizi  ister.  Buda  bakın  ne  demiş :  ‘’ Acı  çekmenin  nedeni  geçici  şeylere  bağlanmak  ve  bunlarla  ilgili  cehalet  içinde  olmaktır.  ‘’  Burada  düşünülmesi  gereken  iki  kelime  bağlanmak  ve  cehalettir.   Bağlanırsınız,  çünkü  ondan  medet  umarsınız,  yani  ona  kulluk  yapar  onu  tanrı  edinirsiniz.  Cahiliz,  çünkü  ihtiyaçlarımızın  tüm  kaynağının  bizim  kendi  varlığımızda  zaten  var  olduğunu  bilmiyoruz.  Bu  kaynak  sonsuzdur,  çünkü  Yüce  Allah’tan  gelir. Allah’a  kulluk  etmek  O’nun  yasalarına  uymaktır.  Nedir  O’nun  yasaları ?  Kur’an  mesajı  ve  okudukça  öğreneceğimiz,  anlayacağımız  sünnetullah.  Nasıl  ki  bir  ülkenin  vatandaşı  olmak  size  o  ülkenin  kanunlarına  uyma  zorunluluğu  getiriyorsa,  Allah’ın  kulu  olmak  O’nun  yasalarına  uymayı  gerektirir.  Cehaletin  panzehiri  olan  bilgi  de  işte  tam  bu  noktada  ortaya  çıkar.  Çünkü  acı  çekerek,  sonunda  ne  yaparsak  acı  çekmeyeceğimizi  öğreniriz.  Gözle  görülebilen,  elle  tutulabilen  bir  şeye  güvenmekle,  gözle  görülemeyen  bir  Tanrı’ya  inanmak  arasında  fark  vardır.  Taştan  veya  tahtadan  oyulmuş  bir  heykele  tapmak  bu  yüzden  daha  somuttur.  Taşa  dokunur,  onu  görürsünüz.  Atalarınız,  yakınlarınız,  çevreniz  orada  karşınızda  durup  dururlar.  Oysa  Allah  nerededir ?  O  zaman  elalem  ne  der  kaygısıyla  hareket  eder,  Tanrısal  yasaları  es  geçersiniz.  Kur’an  Bakara  Suresi  55.  Ayette  bakın  ne  diyor :  ‘’ Hatırlayın,  hani  ‘ Ey  Musa,  doğrusu  Allah’ı  kendi  gözümüzle    görmedikçe  sana  asla  inanmayacağız ! ’  dediğinizde,  işte  o  an,  siz  daha  ne  oluyor  diye  çevrenize  bakınıp  dururken  ceza  yıldırımı  sizi  yakalamıştı. ‘’  Soyut  düşünce  gücü,  uğruna  emek  verdiği,  zaman  verdiği  herhangi  bir  şeyin  kendisine  ne  kazandıracağını  baştan  hesap  edebilme  yeteneğidir.  En  temelde  her  şey  geçicidir.  Çocuklarınız  ölebilir,  ya  da  hayırsız  çıkabilir. Malınız  elden  gider,  şöhretiniz  lekelenir  ya  da  unutulup  gidersiniz.  Kas  gücünüz  zayıflar,  elden  ayaktan  düşersiniz.  Eşiniz  sizi  terk  edebilir  ya  da  ölebilir.  Doğru  bildiğiniz  bazı  şeylerin  bir  süre  sonra  yanlış  olduğunu  öğrenebilirsiniz.  Eğer  bütün  bunlara  sanki  hep  sonsuza  kadar   sizinle  olacaklarını  varsayarak  bir  hayat  kurmuşsanız  hüsrana  uğramak  kaçınılmazdır.  Peki  ne  yapacağız,  bunları  toptan  reddedecek,  kullanmayacak,  tadını  çıkarmayacak  mıyız ? Bunlara  sıkı  sıkı  sarılmakla  tümüyle  reddetmek  arasında  başka  bir  yol  olamaz  mı ?  Yukarıda  saydığımız  her  şey  bizim    hayrımıza  olan  değerler.  Mal  da,  mülk  de,  aile  de,  çocuk  da,  şan  da,  güç  de.  Buradaki  sorun  onların  kötü  ya  da  iyi  oluşunda  değil,  onlara  olduklarından  daha  fazla  değer  yükleyip  kendi  değerimize  yabancılaşmaktır.  Evet,  bunlar  iyi,  güzel  ve  bizim  yararımıza !  Ama  hepsinin  bir  son  kullanma  tarihi,  bir  de  sınırı  var.  Örneğin  para  insana  tek  başına  dost  kazandırmaz.  Şöhret  güvenlik  vermez.  Bilgi  bir  süre  sonra  faydasız,  hatta  yanlış  olabilir.  Bütün  bunların  aslında  yokluktan  çıkıp  geldiklerini  ve  tekrar  yokluğa  döneceklerini  bilmek  gerekir. 
            Kur’an,  hemen  hemen  bütün  surelerde  inanan  insanla  inanmayanlar  arasında  bir  ayrım  yapar.  Neye  inanmak ?  Allah’a,  ahirete,  kıyamet  gününe,  öldükten  sonra  dirileceğimize.  Dikkat  ederseniz  bütün  bunlar  gözle  görülmeyen,  elle  tutulmayan  bir  dünyaya  işaret  eder.  Cennete  girmeye  hak  kazananların  da  inanıp  iyi  işler  yapan  kişiler  olacağı  söylenir.
            Fiziğe  göre  ise  gerçek  olan  her  şey   aynı  zamanda  ölçülebilir,  sayılabilir  olmalıdır,  yani  beş  duyumuzla  algılanabilmelidir.  Dünyayı  bu  şekilde  algılama  biçimi  onu  bir  makinaya  dönüştürdü.  İnsan  zihin  ve  bedenden  oluşmuş  ikili  bir  yapıya  indirgendi  ve  maddeci  dünya  görüşü  şu  sonuca  ulaştı :  Daha  çok  mal =  Daha  iyi  hayat.
            Atalara  tapma  konusu  da  Kur’an’ın  en  sıkça  tekrar  ettiği  motiflerden  biridir.  İnsanların  temel  sorunlarını  incelerken  karşımıza  sık  sık  atalar  çıkar.  ‘’ Hani  bir  vakit  İbrahim  babasına  ve  kavmine  ‘ Bu  başına  toplandığınız  putlar  da  neyin  nesi ? ‘  demişti.  Dediler  ki : ‘  Biz  atalarımızı  bunlara  ibadet  ederken  bulduk. ‘’ Enbiya  Suresi  52.53.  Ayetler.  Oysa  hayatını  kendisinin  oluşturduğu  düşünce  ve  inançlarla  yöneten  bir  insan,  aklını  kullanan  ve  öyle  yaşayan  bir  insan  dosdoğru  yolda  olacaktı.  Ama  bunun  için  bir  birey  olmak,  düşünmek  ve  tartışmak  gerekiyordu.  Peygamberler  de  aynı  şeyi  yapmamışlar  mıydı ?  Kendilerine  yanlış  ve  yabancı  gelen  inanç  ve  davranışları  sorgulamışlar,  bunun  için  yalnızlığa  çekilmişlerdi.  Kimi  çöllere  kaçmış,  kimi  mağaraya  sığınmıştı.  Hz.  Muhammed  bir  deli  olarak  görülmüştü.  Hz.  Musa  bir  kanun  kaçağı  olarak  aranıyordu.  Hz.  İbrahim  yakılmaya  kalkışıldı.  Onların  yolu  aslında  zor  gibi  görülen  kolay  bir  yoldu,  diğerlerinin  yolu  ise  kolay  gibi  görünen  zor  yol.
            Onlar  kendi  başlarına,  hayat  sorumluluklarını  omuzlamışlardır.  Bu  başlangıçta  çok  zor  ve  zahmetli  bir  iştir,  biraz  da  ürkütücüdür.  Yalnız  kalmak,  pusulasız  bir  şekilde  hayatın  orta  yerinde  öylece  durmaya  benzer.  Buradaki  yalnızlık  yalnız  fiziksel  anlamda  bir  yalnızlık  değildir,  düşünsel  anlamda  da  bir  yalnızlıktır.  Böylesine   bir  yalnızlık  ve  suçluluk  duygusu  ile  boğuşma  cesareti  göstermeden  kişinin  doğru  yola  girmesine  pek  imkan  yoktur  aslında.  Bu  suçluluk  duygusu  beynimizdeki  ‘’ Sürüyle  olursan  güvendesin ‘’  kodlamasının  baskısına  karşı  koymaktır,  çünkü  insanın  sürü  psikolojisine  sahip  olduğu    bilimsel  olarak  da  kanıtlanmıştır.  İnsanların  çoğunun  kendi  insiyatif  ve  seçimleriyle  davranmaktan  çok  atalarının,  ait  oldukları  grupların  yönlendirmeleri  ile  davrandıkları  anlaşılmıştır.  Koyunların  topluca  bir  uçurumdan  düşmeleri  gibi.  Sürünün  başındaki  atladığında  arkasındakiler  hiç  düşünmeden    atlayıveriyorlar.  İnsan  koyun  değil,  fakat  insanın  beyninde  koyunun  beyninde  olana  benzer  bir  parça  var.  Bu  parça  ‘’Beraber  ol  güvende  olursun ‘’  parçası.  ‘’ Sürüden  ayrılanı  kurt  kapar ‘’  atasözü  koyunlar  için  harika  bir  atasözü  olabilir  ama  bu  bir  insan  atasözü  olarak  kullanılıyor. 
            ‘’ Biz,  ne  zaman,  senden  önce  herhangi  bir  topluluğa  bir  uyarıcı  gönderdiysek,  halkın  keyif  ve  haz  peşinde  koşan  kesimi  daima  şöyle  dediler :  ‘ Biz  atalarımızı  bir  inanç  üzerinde  bulduk,  biz  ancak  onların  izinden  gideriz.‘’ Zuhruf  Suresi  23.  Ayet.  Yani  şunu  demek  istiyorlar: ‘’ Biz  henüz  evrimleşmedik,  aklımızı  kullanamıyoruz.  Sadece  birlikte  hareket  etmenin  bize  verdiği  güven  duygusuna  ihtiyacımız  var.  Ve  bu  ihtiyaç  bizim  bütün  davranışlarımızın  eksenini  oluşturuyor.  Bu  da  bize  yeter.‘’  Aslında  Kur’an’da  başka  hiç  bir  ayet  olmasaydı  bile  bu  ayetler  bir  Müslüman’ın  başka  bir  kimsenin  dini  görüşlerini  körü  körüne,  hiç  sorgulamadan  kabul  etmesinin  yanlışlığını  göstermeye  yeterdi.  Çünkü  Allah  söz  konusu  hakikat  inkarcılarının  bu  tavırlarını  ne  akıllarıyla  ne  de  vahyedilmiş  bir  metnin  açık  otoritesine   dayanarak   oluşturmadıklarını,  yalnızca  atalarının  ve  kendilerinden  önce  gelip  geçmiş  olanların  görüşlerini  körü  körüne  kabul  etmekle  yetindiklerini  açıklığa  kavuşturmuştur.  Ve  Allah  bütün  bunları  itham  edici  ve  aşağılayıcı  bir  dille  işlemiştir.
            Cahiliye  döneminde  kız  çocuklarını  diri  diri  toprağa  gömüyorlardı.  Bunu  yapanlar  hiç  de  üzülmüyor,  vicdanları  sızlamıyordu.  Ya  şimdi ?  Şimdi  de  kız  çocukları  bir  çok  yerde  mal  muamelesi  görmüyor  mu ?  Kadın  aşağılanmıyor  mu ?   Dışlanmıyor  mu ?  İkinci  sınıf  varlık  muamelesi  görmüyor  mu ?  Töre  cinayetleri  çoğunlukla  kızın  kendi  babası,  ağabeyi,  kardeşi  işlemiyor  mu ?  Töre  nedir ?  Atalara  göre  doğru  olan  şeylerin  tümü  değil  mi ?  Yani  o  kişiler  diyorlar  ki : ‘’ Biz  atalarımızdan  böyle  gördük,  ondan  böyle  yapıyoruz.  ‘’  Töreye  uygun  davranmazsa  dışlanacak,  yalnız  kalacak.  Kim  katlanacak  buna,  değil  mi !
            Bu  kişiler  için  Kur’an’da  bir  çok  ayet  vardır.  Bunları  ya  bilir,  ya  da  bilmezsiniz.  Ya  araştırıp  düşünmüşünüzdür,  ya  da  hiç  ilgilenmemişsinizdir.  Ama  Yüce  Allah  size  kopya  veriyor.
            Sorumluluk  nedir ? Bunun  İslam’la  ne  ilgisi  var ?  Gerçekten  teslim  olmak  için,  barış  içinde  yaşamak  için  insanın  duygu,  duyu  ve  eylemlerinin  kendi  tarafından  kontrol  edilmesi  gerekli  değil  midir.  Yoksa  insan  ne  yaptığını  ve  bunu  nasıl  yaptığını  bilemez.  ‘’ Ben  günde  yetmiş  kere  tövbe  ederim ‘’  diyor  Hz.  Peygamberimiz.  Ne  demek  istiyor ?  Ben  günde  en  az  yetmiş  kere  bir  duygumun,  düşüncemin  ya  da  davranışımın  bana,  benim  özüme,  fıtratıma  uygun  olmadığını  fark  ederim  demek  istiyor.  O  halde  duygu,  düşünce  ve  eylemlerin  sorumluluğunu  almak  tüm   hayatın  sorumluluğunu  almaktır.  Ancak  onları  kontrol  ederek  hayatını  kontrol   edersin.  Duygular  kişiyi  kendisi  yapan  enerjilerdir.  Duygu  olmazsa  düşünce  olmaz,  düşünce  olmazsa  akıl  çalışmaz.  Duygu  akıl  fabrikasının  hammaddesi  gibidir.  Kendi  duygularını  fark  etmeyen  kişi  bu  yüzden  bir  robota  dönüşür.  Onun  bir  çok  fikri  vardır.  Ama  duygusu  yoktur.  Bu  durumda  o  kişi  başkalarının  duygularına  karşı  da  empati  geliştiremez,  o  zaman  kolayca  başkalarını  üzer,  kırar,  zarar  verir.  Ezberledikleri,  doğru  kabul  ettikleri,  tartışıp  düşünmeden  benimsedikleri  inançlarını  yaşarlar.  Emin  olmamayı  kendine  bir  yaşam  stratejisi  olarak  benimseyen  insanlar,  gözleriyle  gördükleri,  kulaklarıyla  duydukları  şeyler  konusunda  bile  kuşkulu  davranabilirler.  Halbuki  yaşadığınız  olaylarla  ilgili  sorumluluğu  aldığınızda  meseleyi  çözmek  için  önemli  bir  ipucu  yakalamış  olursunuz.  Ama  insanların  çoğu  başlarına  gelen  şeylerden  kendileri  dışında  her  şeyi  sorumlu  tutarlar.  Gerçekte  kendisiyle  barışık  olan,  kendi  kaderiyle  barışık  olur  ve  kendi  kaderiyle  barışık  olan  da  Allah’la.  Çünkü  o  zaman  kaderini  kendi  seçimleriyle  kendisinin  belirlediğini  fark  eder.  Çoğu  insan  kendisini  tanımaz.  Ya  olduklarından  iyi  ya  da  olduklarından  kötü  olduklarını  zan  ederler.  İnsanın  kendisiyle  uyumu  öncelikle  kendisini  tanımasıyla  oluşur.  Kendisinin  çok  pozitif  biri  olduğunu  savunan  bir  kişi  bir  de  bakarsınız  vesvese  kumkuması  çıkar.  Ya  da  sevgi  dolu  olduğunu  zanneden  biri,  soğuk  ve  mesafeli  olduğunu  anlayıverir  bir  gün.  Ne  zaman  ki  hayatın  aynası  bunu  ona  gösterir,  takke  düşer  kel  görünür.
            ‘’ Akıllarını  kullansalardı  bilirlerdi  ki  bu  dünya  hayatı  geçici  bir  zevk  ve  eğlenceden  başka  bir  şey  değildir.  Oysa  sonraki  hayat,  tek  gerçek  hayattır.  Keşke  bunu  bilselerdi ! ‘’  Ankebut  Suresi  64.  Ayet.  Hayatın  keyfini  çıkarmak,  eğlenmek,  lüks  ve  refah  içinde  yaşamak  sadece  inanmayan  insanlara  tanınmış  bir  ayrıcalık,  acı  çekmek,  fakirlik  ve  zorluk  içinde  yaşamak  inanmanın  bir  işareti  ve  Allah  tarafından  sevilmenin  bir  şartı  mı ?  Böyle  görülürse  insanlar  derin  bir  açmazın  içine  girerler.  Herkes  hem  mutlu  hem  de  müreffeh  bir  hayat  yaşamak  ister,  hem  de  bir  yandan  bundan  korkar.  Çünkü  böyle  olunca  Allah  tarafından  cezalandırılacağını  düşünür.  Sanki  Allah  hem  dünyanın  çeşitli  güzel  nimetlerini   yaratmış,  hem  de  sanki   ‘’ Bunlarla  oyalanıp  eğlenirsen  vay  senin  haline !’’  demektedir.  Belki  de  Allah,  ‘’Dünyanın  keyfini  çıkarın.  Çünkü  sizler  benim  çocuklarımsınız  ve  ben  mutlu  olmanızı  istiyorum.  Eğer  gerçekten  haz  ve  sevinç  verecek  şeylerle  oynarsanız  mutlu  olursunuz.  Ama  bu  oyunu  ciddiye  alırsanız  ve  oyun  araçlarınızı  çok  önemserseniz  mutsuz  olursunuz ‘’  demek  istiyor.  Nitekim  Bakara  Suresi  168.  Ayette  şöyle  deniyor :  ‘’ Ey  insanlar,  yeryüzündeki  bütün  nimetlerimden,  temiz  ve  helal  olmak  şartıyla  yiyin,  fakat  şeytanın  adımlarına  uymayın.  Çünkü  o  sizin  apaçık  düşmanınızdır. ‘’  Allah’ın  dikkatimizi  çekmeye  çalıştığı  şey  önce  bunların  insanı  tam  olarak  mutlu  etmeyecek  araçlar  olduğudur  ve  asıl  hazzın  oyun  için  kullandığımız  araçlarda  değil,  oyunun  kendisinde  saklı  olduğunu  anlamamızdır. Allah  insanları  sadece  cehenneme  koymak  için  mi  yaratmıştır.  Allah,  bütün  insanlar  inansalar  ve  iman  etselerdi  onları  yok  edeceğini,  yerine  inanmayan  bir  nesil  getireceğini  söylemiştir.  Burada  söylenmek  istenen  şey,  dünyanın  bir  oyun  ve  eğlence  alanı  oluşunda  yatıyor  belki  de.  Demek  ki  Allah,  hayatı  deneyen,  kendi  özüne  ve  yaratılış  amacına  uygun  olmayan  şeyleri  deneyen  ve  böylece  kendine  zulmeden  bir  varlık  yaratmak  istemiş.  Özgür  ve  seçme  şansı  olan  bir  varlık.  Çünkü  ancak  özgür  bir  varlık  kendi  özüne  ve  evrenin  yasalarına  karşı  çıkabilir.  Peki  bu  karşı  çıkış  ne  sağlar ?  Deneyerek,   yaşayarak  ve  tabii  ki  acı  çekerek  sonunda  kendini  mutlu  edecek  seçimleri  yapabilen  bir  varlık  olabilmeyi  sağlar.  O  yüzden  Allah,  sadece  korktuğu  için  inanan  bir  insan  tipi  istemiyor  aslında.  İyiyi  ve  kötüyü  deneyen  ve  sonunda  kendi  rızası  ve  isteğiyle  iyiden  yana  tavır  koyan  bir  varlık  istiyor. 
            Hz.  Adem  bir  halife  olarak  yaratıldı,  ama  bunun  gerçekte  nasıl  bir  şey  olduğunu  bilmesi  için,  anlaşılması  için  bir  şeye  ihtiyacı  vardı.  Bu  niteliklerinin  inkarına !  Hz.  Adem  bir  halife  idi,  Yaratanın  halifesi.  Üstün  niteliklerle  donatılmıştı.  Lekesiz,  parlak  bir  ışık  gibiydi  o  zaman.  Peki  bu  kusursuzluğunu   nasıl  idrak  edebilirdi ?  Halife  olmanın  bir  niteliği  sevgidir,  merhamettir.  Tüm  varlıkları  kucaklayan  bir  anlayış  ve  saygı  duygusu.  Bir  başka  nitelik  güçtür,  kudrettir.  İnsanda  tezahür  eden  kudret,  yapabilme  gücü.  İsteme,  planlama  ve  bunu  gerçekleştirme  gücü.  Herhangi  bir  konuda  irade  göstermek.  Bir  diğer  niteliği  yaratıcılıktır.  Buradaki  yaratıcılık  bir  şeyi  yoktan  var  etmek  değil,  yeniden  düzenlemektir.  Var  olan  şeylerden  yeni  kombinasyonlar  yapmak.  Boyalardan  tablo  yapmak,  betondan  inşaat,  seslerden  müzik  eseri  meydana  getirmek  gibi.  Ve  halifenin  bir  niteliği  bilgeliktir.  İnsan  bilme  kapasitesine  sahiptir,  fakat  bunu  adım  adım  ortaya  çıkartır  ve  bu  sonsuza  kadar  sürer.  Çünkü  Allah  bir  yandan  da  erişilmez  olandır.  İnsan  nasıl  yapar  bunu ; deneyerek,  tecrübe  ederek.  O  zaman  buradan  şu  sonuç  çıkar  ki,  cehennem  azabı  halife  olmak  için  yaşanacak  doğal  sürecin  bir  ara  durağıdır. 
            ‘’ Biz  akıl  ve  irade  emanetini  göklere,  yere  ve  dağlara  sunmuştuk.  Ama  sorumluluğundan  korktukları  için  onu  yüklenmeyi  reddettiler.  O  emaneti  insan  üstlendi.  Zaten  o,  daima  haksızlığa  ve  akılsızlığa / cahilliğe  son  derece  meyillidir. ‘’ Ahzap  Suresi  72.  Ayet.  Emanet,  muhakeme  ( Akıl )  ve  irade,  yani  iki  veya  daha  fazla  hareket  tarzı  veya  eylem  biçimi  arasında,  dolayısıyla  iyi  ve  kötü  arasında  seçim  yapabilme  yeteneğidir.  Ama  insan,  sahip  olduğu  akıldan  ve  nispi  serbest  iradeden  kaynaklanan  ahlaki  sorumluluğuna  layık  olduğunu  gösteremedi.  Bu  elbette,  genel  insan  türüne  özgü  olup  onun  bütün  fertlerinin  mutlaka  böyle  olduğu  anlamına  gelmez.  Kendi  akılları  ve  vicdanlarının  gereğine  uygun  davranmayanlar  kastedilmektedir. 
            Aklın  en  önemli  niteliği  tasarlama  gücüdür.  İnsan,  öncelikle  gelecek  zamanla  ilgili  tasarıları  olan  bir  varlıktır.  Sadece  insan  geleceği  planlar.  İyi  şeyler  tasarladığınızda  iyi  sonuçlar,  kötü  şeyler  tasarladığınızda  kötü  sonuçlar  doğar.  İnsan  bu  tasavvur  etme  yeteneğini  kendi  aleyhine  kullanarak  kendine  zulmeder.  Çünkü  hayal  ettiği  şeylerin  gerçekleştiğine,  gerçekleşebileceğine  dair  henüz  açık  ve  net  bir  farkındalığı  yoktur.  İşte  ayetteki  çok  cahil  sözünün  anlamı  budur.  İnsan  düşüncelerin  çok   güçlü  bir  gerçek  oluşturucusu  olduğunu  keşke  bilseydi.  İnsan  sonuçları  sebep  sanma  hastalığına  yakalanmıştır.  Bu  da  sorumluluğunun  farkına  varmasını  engeller.  Hasta  olunca  bunu  kadere,  enfeksiyona,  çalışmayan  hormonlara  bağlama  eğilimi  bundandır.  İşsiz  kalınca  kötü  giden  ekonomik  duruma  bahane  bulmak,  yalnız  kalınca  doğru  dürüst  adam  kalmadı  ki  deyip,  sevme  korkusunun  üstünü  kapatmak   kaçınılmaz  olur.  Kötü  not  alınca  ‘’ hoca  bana  taktı ‘’  diyen  öğrenci  gibi,  mutsuzluğundan  anne  babasını,  fakirliğinden  sosyal  şartları  sorumlu  tutar.  Bu  hastalık  kronikleştikçe    dönüp  dolaşıp  şanssızlığa  kadere  ve  sonuçta  kaçınılmaz  olarak  Allah’a  kadar  gider.  Hatta  iyi  bir  şey  yaşadığında  bu  onun  becerileri  sayesinde  olmuştur,  kötü  işler  ise  hep  Allah’tandır.  ‘’ Yedi  gök  ile  yer  ve  onların  içinde  yer  alan   her  şey  O’nun  sınırsız  kudret  ve  yüceliğini  anmaktadır.  O’nun  yüceliğini,  aşkınlığını  övgüyle  yankılamayan  bir  tek  nesne  yoktur.  Ne  var  ki  siz  onların  yücelemelerini  anlayamıyor,  kavrayamıyorsunuz. ‘’  İsra  Suresi  44.  Ayet.  Tesbih  etmek,  Allah’ı  anmak  anlamına  geliyor.  Dünya,  evren  Allah’ı  anıyor,  isteseler  de  istemeseler  de.  Kainattaki  her  şey  sınırsız  ilim  sahibi  Yaratıcı  İradenin  varlığına  tanıklık  ederken,  yalnızca  insan,  her  zaman  var  olan,  her  yerde  varlığını  hissettiren  Allah’ın  mutlak  kudretinin  bu  karşı  konulmaz,  görmezlikten  gelinmez  tecellilerine,  belirtilerine  karşı  kör  ve  sağır  kalabiliyor. Çünkü  insan  istemezse  zikretmiyor.  O  zaman  emanet  bu,  yani  özgürlük  ve  sorumluluk.  Bu  ikisi  birbirinden  ayrılmayacak  kadar  sıkı  sıkıya  bağlı.  Yanlışı  işlemek,  dürüstlükten   ayrılmak  özgürlüğü.  Ve  bunun  sonuçlarına  katlanma  sorumluluğu. 
            Ne  yapmalıyız ? 
            İyilik  yapmalıyız !  İnsanın    zikretmesi  iyilik  yapmasına  sebep  olmuyorsa  eğer,  bir  işe  yaramaz.  İnsanın  yanlış  yaptığı  ne ?  Becerisini  sadece  iyilikte  ve  güzellikte  değil,  kötülük  ve  çirkinlikte  de  kullanması.  İşte  dağlarda,  taşlarda,  göklerde  bu   yok.  Onlar  bu  emaneti  almamışlar.  Yani  onlar  hem  özgür  değiller,  hem  de  sorumlu  değiller.  Peki  Allah  bu  emaneti  insana  niçin  verdi.  Uygun  bulmasa,  arzu  etmese,  sırf  insan  bunu  yüklenmek  istedi  iye  bunu  ona  verir  miydi ?  Tabii  ki  hayır !  Bir  sorumluluk  ve  güç,  ancak  hazır  olana  verilir. 
            Peki  insan  neler  yapıyor ?  Gözüne   kestirdiği  birine  tecavüz  ediyor,  malını  mülkünü  elinden  alıyor,  kandırıyor,  sömürüyor.  Bunları  nasıl  yapıyor ?  Tasarlayıp  planlayarak,  yanlış  yapma  özgürlüğünü  kullanarak.  Neden  yapıyor,  neden  çalıyor,  aldatıyor,  öldürüyor ?  Bütün  bunlardan  kendince  bir  yarar  sağladığı  ve  yanlış  olduğunu  düşünmediği  için.  Rüşvet  yiyen,  herkes  yiyor  der.  Adam  öldüren  hak  etmişti  der,  tecavüz  eden  aranıyordu  der.  Bakara  Suresi  11.12.  ayetler  de  der  ki :  ‘’ Onlara  ‘ yeryüzünde  çürüme  ve  yozlaşmaya  yol  açmayın ! ‘  denildiğinde  ‘ Biz  sadece  düzeltmeye  ve  iyileştirmeye  çalışıyoruz ! ‘  diye  cevap  verirler.  Gerçekte  onlar  yozlaşmaya  ve  çürümeye  yol  açan  kimselerdir,  ama  buna  kendileri  de  idrak  etmezler. ‘’
            Emanetten  amaç,  insanın  özgürlüğünü  ve  tasarım  gücünü  iyilik  ve  güzellik  için,  kötülük  yapabilme  gücü  olduğu  halde  yapmamayı  seçmesi  için  olabilir  mi  acaba ?  Allah,  meleklerin  ilk  yaratılıştaki  ‘’ama  biz  seni  överek  tesbih  ediyoruz ‘’  itirazları  üzerine, ‘’ Ben  sizin  bilmediklerinizi  bilirim ‘’  dememiş  miydi.  Allah  insanı  özgür  kıldı.  Özgürlük  insanın  tüm  alanlarını  kapsar.  İnsan  yapacağı  her  eylem  için  özgürdür.  Sadece  iyilik  yapacağı  zaman  Allah  ona  izin  verecek,  kötülük  yapacağında  bileğinden  tutacaksa  bunun  bir  anlamı  yoktur.  İnsan  her  istediğini  yapacak  ve  sonunda  bedelini  ödeyecektir. Bu  konuda  Allah’ın  sözü  ve  planı  vardır. 
            İnsanın  zikretmesi,  yaratılış  amacına  uygun  eylemleridir.  Eylem,  hareket,  çalışma.  İnsan  gidip  gelerek,  çalışıp  didinerek,  düşünüp  taşınarak,  çaba  gösterip  doğruyu  bularak   yaşadığında  yaratılış  amacına  uygun  davranmış  oluyor.  İnsanın  zikri  iyilik  yapmaktır  aslında.  Yoksa  öylece  gözlerini  kapatıp  belli  sözcükleri  hep  tekrar  etmek   değildir.  Eğer  bu  tekrarlar  onun  iyilik  yapmasına  yol  açıyorsa  o  başka.  Peki  ‘’ iyilik ‘’  ne  demek    ve  insan  ne  yaptığında  iyi  oluyor.  Biz  ne  için  yapılmışsa  bu  işi  yapılış  amacına  uygun  şekilde  yerine  getirene  ‘’ iyi ‘’  demiyor  muyuz.  İyi  bir  meyve  ağacı  güzel,  bol  meyve  veren  ağaç  değil  mi,  iyi  bir  at  koşması  gerekiyorsa  koşan,  yük  taşıması  gerekiyorsa  taşıyan  at  değil  mi.  İyi  bir  kapı  rahat  bir  şekilde  açılıp  kapanabilen,  kilitlenebilen  sağlam  bir  kapı  değil  midir ?  İyi  bir  insan  da  yaratılış  amacına  uygun  yaşayan  insan  değil  midir ?  Gücünü  öncelikle  iyilikte  kullanan,  sonra  da  özel  beceri  ve  yeteneğini  kullanarak  insanlara  güzel  ve  faydalı  şeyler  sunan  biri  değil  mi ?  İşte  o  zaman   insan  hem  emaneti  iyi  kullanmış  olacak  ve  hem  Allah’ı  zikretmiş  olacak  ve  hem de  mutlu  biri  olacak.
            Alın  yazgısı,  kader.  İşte  insan  için  en  önemli  konulardan  biri.  Kur’an  bu  konuya  nasıl  yaklaşıyor ?  ‘’ Başına  ne  musibet  geldiyse,  kendi  ellerinizin  yaptıkları  sebebiyledir,  oysa   bir  çoğunu  da  Allah  affediyor. ‘’  İnsan  kendi  kaderini  kendi  elleriyle  yapıp  ettikleriyle  oluşturur.  Başımıza  iyi  veya  kötü  ne  geliyorsa,  kendi  yüzümüzdendir.  Musibet  ve  belalar  insanın  kendi  eylemlerinin  ve  düşüncelerinin  sonucu  olduğu  gibi,  nimet  ve  güzellikler  de  yine  insanın  kendisindendir.  Hal  böyleyken  neden  insanların  çoğu  kaderci  ?  Hatta  kaderciliği  neden  dindarlığın  gereği  olarak  savunuyor  ve  sunuyorlar ?  Kaderciliğin  tevekkülle,  Allah’a  inançla  bir  ilgisi,  ilişkisi  olduğunu  mu  düşünüyorlar ?  Neden  her  işten  Allah’ı   sorumlu  tutuyorlar ?  Neden akıllarını  ve  iradelerini  kullanmıyorlar ?  Kaderin  olduğu  yerde  özgür  irade  olmaz,  özgür  iradenin  olduğu  yerde  de  kader  yoktur.  Kader  konusunda  sanki  bir  çelişki  varmış  gibi  zannedilen  ayetler  de  var.  ‘’ Allah,  kullarından  dilediğine  bol  rızık  bağışlar,  dilediğine  ise  ölçülü  ve  iradeli.  Zira  unutmayın,  Allah,  her  şeyi  hakkıyla  bilir. ‘’  Ankebut  Suresi  62.  Ayet.  ,  ‘’ Allah’ın  insanlar  için  açacağı  rahmet  kapısını  kimse  kapatamaz  ve  O’nun  kapattığını  da  kimse  açamaz.  Çünkü  O,  kudret  ve  hikmet  sahibidir. ‘’  Fatır  Suresi  2.  Ayet.  ,  ‘’ Kuşkusuz Allah,  doğru   yoldan  sapmak   isteyenin  sapmasına  izin  verir,  aydınlığa  ulaşmak  isteyeni  de  aydınlığa  ulaştırır.  O  halde  onlara  üzülerek  kendini  perişan  etme.  Allah   onların  yaptıklarını  çok  iyi  bilir !  Fatır  Suresi  8.  Ayet.  ,  ‘’  Bilmezler  mi  Allah  dilediğine  bol  rızık  verir  dilediğine  az ?  Doğrusu  bunda  inanan  insanlar  için  dersler  vardır ! ‘’  Zümer  Suresi  52.  Ayet.  Bu  tip  ayetler  sanki  insanın  kaderi  tümüyle  Allah’ın  elindeymiş  fikrini  uyandırabilir.  Ama  biraz  dikkatli  bir  şekilde  inceleyip  düşündüğümüzde  aslında  bir  çelişki  olmadığı  çıkar  ortaya.  Bakara  Suresi  26.27.  ayetlerde  ‘’Allah  kendisine  karşı  taahhütlerini  bozan  fasıklardan  başkasını  saptırmaz ‘’  ilkesini  koyuyor.  İnsanın  sapıp  da  ‘’ yoldan  çıkması ‘’  kader’in   ya  da  alın  yazısının  bir  sonucu  değil,  kesinlikle  insanın  kendi  tutum  ve  eğilimlerinin  bir  sonucudur.  ‘’ Allah  sapmayı  dileyeni  sapıklık  içinde  bırakır,  doğru  yolu  tutmayı  dileyeni  de  doğru  yola  yöneltir. ‘’ İbrahim  Suresi  4.  Ayet.  Kaderin  varlığı  hem  insanlığı  hem  de  ilahi  vahyi  temelinden  yok  eder,  insanı  hayvan  gibi  sorumsuz  yapar.  Eğer  kaderimiz  Allah  tarafından  belirleniyorsa,  bizim  bu  konuda  hiç  bir  katkımız  yoksa,  o  zaman  bir  katilin  şöyle  demeye  hakkı  olmaz  mı : ‘’ Ne  yapayım  Allah’ım ! Bu  benim  senin  tarafından  alnıma  çizilen  yazımmış ‘’ O  zaman  hesap  gününde    günah  sevap  tartısında  günahları  ağır  çeken  biri  şöyle  diyemez  mi :  ‘’ Benim  yaptığım  kötülükler  ve  yapmadığım  iyilikler  senin  sayendedir / yüzündendir.  O  zaman  beni  sorumlu  tutamazsın  ya  Rab ! ‘’  Peygambere  karşı  çıkan  kişiler  aynı  mantığı  kullanarak  Müslümanlığa  direnç  göstermediler  mi.  Böylece  akıllarınca  Allah’ı  açmaza  sokuyorlardı :  ‘’ Allah’tan  başkalarına  tanrısal  nitelikler  yakıştıran  kimseler  ‘ Eğer  Allah  dileseydi ‘  diyorlar,  ‘ ne  biz,  ne  de  atalarımız  O’ndan  başka  hiç  bir  şeye  kulluk  etmez,  O’nun  buyruğu  hilafına  hiç  bir  şeyi  yasaklamazdık. ‘  Onlardan  önce  gelip  geçen  inkarcılar  da  tıpkı  böyle  demişlerdi. ‘’  Nahl   Suresi  35.  Ayet.  Mümin  Suresi  58.  Ayet  de  şöyle  diyor : ‘’ Gören  ile  görmeyen  bir  olmaz,  iman  edip  doğru  ve  yararlı  işler  yapanlar  ile  kötülük  işleyenler  de  bir  değildir.  Bundan  ne  kadar  da  az  ders  çıkarıyorsunuz. ‘’  ,  ‘’ Allah’ın  izni  olmadıkça  insanın  başına  hiç  bir  musibet  gelmez.  O  halde  kim  Allah’a  inanıyorsa  kendi  kalbini  bu  hakikate  açmış  olur  ve  Allah  her  şeyi  bilendir. ‘’  Teğabün  Suresi  11.  Ayet.  Kaderin  Allah  tarafından  belirlendiği  söylenen  ayetlerin  hepsinin  sonunda  çoğunlukla  hep  benzer  ifadeler  kullanılır.  Bilen,  güçlü  ve  hikmet  sahibi !  Yani  Allah  birinin  rızkını  daraltıyor  ya  da  genişletiyorsa  bunu  o  kişi  hakkındaki  tüm  bilgileri  bilerek  yapıyor.  O  kişinin  tüm  niyet,  arzu  ve  eylemlerini,  derin  inançlarını  bilerek  yapıyor.  Ve  bunu  da  hiç  bir  zaman  hiç  bir  kimseye  haksızlık  yapmadan  yapıyor.  Nitekim  Zelzele  Suresi  7.  Ve  8.  Ayetlerde :  ‘’ Kim  zerre  kadar  iyilik  yapmışsa  onun  karşılığını  görecek.  Kim  de  zerre  kadar  kötülük  yapmışsa  onun  karşılığını  görecektir.  ‘’ diyor.  İnsan,  kendi  düşünce  ve  eylemlerinin  tam  olarak  farkına  varamadığı  için  başına  bir  şey  geldiğinde  bunun  kendisi  tarafından  oluşturulmuş,  Kur’an  tabiriyle  ‘’ kendi  eliyle ‘’  yapılmış  bir  şey  olduğunu  fark  etmiyor.  Neden ?  Kendi  özüyle  bütünleşemediği  için,  kendi  bilinç  altıyla  bağını  kurup,  orada  olup  bitenlerin  farkına  varamadığı  için.  Farkına  varabilmenin  en  önemli  işareti  ise  dürüstlüktür,  yalan  söylememek,  gerçeği  nefsinden  daha  çok  sevmektir.  Böyle  olunca  o  kişi  daha  derinde  var  olan  Allah’ın  yasalarının  farkına  varır.  Bu  yasaların  en  önemlisi  Hak  ve  Adalet  yasasıdır.  ‘’ Her  kim  başkaları  için  harcar  ve  Allah’a  karşı  sorumluluk  bilinci  taşırsa,  nihai  güzelliğin,  iyiliğin  gerçekliğine  inanırsa,  işte  onun  için  nihai  huzur  ve  rahatlığa  giden  yolu  kolaylaştıracağız.  Cimrilik  yapana  ve  kendi  kendine  yeterli  olduğunu  zannedene  ve  nihai  güzelliği,  iyiliği  yalanlayana  gelince,  onun  için  zorluğa  ve  sıkıntıya  giden  yolu  kolaylaştıracağız.‘’ Leyl  Suresi  5. ..10.  Ayetler.   Burada  bir  kimsenin  zorluklara  uğramasının  sebeplerinden  biri  açıklanıyor.  İşte  o  kimse  bu  zorluğa  uğradığında  bunun  sebebini  anlayacak  durumda  olmayacağı  için  ona  verilecek  cevap  ‘’ Allah  istediğini  yapar! ‘’  olacaktır.  Yani  o  zaman  o  kişiye  onun  mantığıyla  cevap  verilir,  ‘’ evet,  başına  gelen  her  şey  Allah’ın  takdiridir.’’  Ama  bu  söz  devamını  şöyle  getirdiğimizde  tamamlanmış  olur  ancak.  ‘’ Bu  sonucu  senin  ellerinle  yapıp  ettiklerin  hazırladı.  Eylemlerinin  Allah’ın  evrensel  yasaları  karşısındaki  durumudur  bu  sonuç. ‘’
            ‘’ Biz  günahkarları  sadece  sınayacağız,  tıpkı  ağaçtaki  meyveleri  ertesi  gün  kesinlikle  toplayacağına  yemin  eden  bazı  bahçe  sahiplerini  sınadığımız  gibi.  Onlar  Allah’ın  iradesi  ile  ilgili  hiç  bir  istisna  tanımıyorlardı. Bunun  üzerine,  onlar  uykudayken  Rabbinden  gelen  bir  salgın  o  bahçeyi sarmıştı  ve  ertesi gün  bütün  bitkiler  sararıp  kurumuştu.  Sabah  erkenden  kalktıklarında    birbirlerine  seslendiler : ‘ Meyve  toplamak   istiyorsanız   erkenden  tarlanıza   gidin !’ Derken  yola  koyuldular,  giderken  fısıldaşıyorlardı : ‘ Bugün  hiç  bir  yoksul,  bahçeye  girip  yanımıza  sokulmayacak . ‘ Ve  amaçlarına  ulaşmaya  kararlı  bir  şekilde  erkenden  kalkıp  gittiler. Ama  bahçeye  bakıp  onu  tanınmaz  halde  görünce : ‘ Herhalde  yolumuzu  şaşırmış  olacağız ‘  diye  bağırdılar.  Ve  sonra  da : ‘ Hayır ,  galiba  elimizden  çıkmış. ‘  dediler.  Aralarında  en  aklı  selim  olanı : ‘ Ben  size  Allah’ın  sınırsız  şanını  yüceltmelisiniz  demedim  mi ? ‘  diye  sordu . Onlar: ‘ Rabbimizin  şanı  yücedir ! Doğrusu  biz  zulüm  işliyorduk ! ‘ diye  cevap  verdiler.  Ve  sonra  birbirlerini  suçlamaya  başladılar.  Sonunda : ‘ Yazıklar  olsun  bize ‘  dediler,  ‘ Gerçekten  biz  küstahça  davranmıştık !  Ama  belki  Rabbimiz  yerine  daha  iyisini  bize  bağışlayacak.  Biz  de  ümitle  O’na  yöneleceğiz. ‘’  Kalem  Suresi  17. ….32.  Ayetler.  Anlatılan  kıssadaki  kritik  cümle  ‘’ bu  gün  aranıza  yoksullar  sokulmasın ‘’ dır.  Bu  cümle  aynı  zamanda  belanın  sebebini  de  açıklar.  Demek  ki,  kendi  zenginliklerinden  başkalarına  da  vermemek ,  paylaşmamak,  onları  düşünmemek  Allah  katında  bir  cezayı  gerektiriyor.  Bu  durumda  bağlarının  başına  gelen  bu  yıkımla  kendi  davranışları  arasında  ilişki  kuruyorlar.  Ve  böylece  Allah’ın  bu  cezadaki  amacı  yerine  geliyor.  Öğretmek.  Kendi  yasasını  öğretmek.  Bununla  birlikte  eğer  insan  mutlu  ve  huzurlu  yaşamak  istiyorsa  nelere  dikkat  etmesi  gerektiği  konusunda  bilgilendirmek. 
            ‘’ Hiç  bütün  bir  ahlaki  değerler  sistemini  ( dini )  yalanlayan  birisini  tasavvur  edebilir  misin ?  işte  böyle  biridir,  yetimi  itip  kakan,  yoksulu  doyurma  arzusu,  gayreti  duymayan.  Yazıklar  olsun  şu  namaz  kılıp  duranlara.  Onlar  ki  namazlarına  yabancıdır.  Onlar  ki  niyetleri  yalnızca  görülüp  takdir  edilmektir.  Ve  üstelik  onlar,  insanlara  en ufak  bir  yardımı  bile  reddederler. ‘’  Maun  Suresi.  Demek  ki  yetimi  iten,  yoksulu  doyurmayan,  namazı  gösteriş  için  kılanların  geleceklerine  Yaratan  bir  kader  planı  yapıyor.  Bu  eylemlerinin  karşılığını  onlara  ödetmek  üzere.  Bu  durumda  öyle  bir  kişi,  sıkıntıya,  belaya  düştüğü  zaman,  neden,  diye  sorduğunda,  bunun   nedenini  anlayabilecek  durumda  değilse,  ona  söylenecek  en  iyi  cevap  yine  aynı  olacaktır : ‘’ Belayı  da  iyiliği  de  veren  O’dur. ‘’
            ‘’ Hiç  bir  musibet,  daha  önce  buyruğumuzda  öngörülmüş  olmadıkça  ne  yeryüzünün  ne  de  sizin  başınıza  gelmez.  Şüphesiz  bu  Allah  için  kolay  bir  iştir.’’  Hadid  Suresi  22.  Ayet.  Yani, yeryüzüne  veya  bütün  insanlığa  yahut  münferit  olarak  herhangi  birinize.  Yüce  Allah  burada  da  kendi  yasalarından  söz  ediyor.  Yani  insanların  eylemleri  ve  onların  karşılıklarını  belirleyen  yasalardan.  Bakara  Suresi  62.  Ayette  de  ne  deniliyor :  ‘’ Kuşkusuz  bu  ilahi  kelama  iman  edenler  ile  Yahudi  inancının  takipçilerinden,  Hıristiyanlardan  ve  Sabiilerden  Allah’a  ve  Ahiret  Gününe  inanmış,  doğru  ve  yararlı  işler  yapmış  olanların  tümü  Rablerinden  hak  ettikleri  mükafatları  alacaklardır.  Ve  onlar  ne  korkacak   ne  de  üzüleceklerdir. ‘’  İlginç  bir  ayet.  Bir  kere  özellikle  vurgulanan  şey,  inanıp  iyi  şeyler  yapmak.  Başka  bir  deyişle  iyi  bir    yapmanın   aslında  inanmanın  en  temel  ve  şaşmaz  bir  ölçüsü  olduğu  gerçeği.  İlgi çekici  olan  bir  başka  şey  de,  Allah  etikete  bakmıyor,  kimin  ne  olduğundan  çok  ne  yaptığıyla  ilgileniyor.  Ona  göre  hüküm  veriyor,  değer  veriyor  ve  ona  göre  bir  kader  belirliyor.  Bu  kader  de  korku  ve  üzüntünün  yaşanmayacağı  bir  kader  oluyor.  Yani  sevinç  ve  huzur  dolu  bir  yaşam.  Çünkü,  gözle  görülüp  elle  tutulan  somut  şeyler  olmadıkları  halde  ancak  düşünen  akıl  sahiplerinin  ve  arınmış  temiz  bir  kalbe  sahip  olanların  bileceği  gerçeğin ,  yani  Allah’a  ve  Ahiret  Gününe  inanmanın  gerçek  ölçüsü  iyi  işler  yapmaktır,  iyilik  yapmaktır. 
            ‘’ Ey  İsrail  oğulları.  Sizden  bir  zaman  şu  konularda  kesin  taahhüt  almıştık ;  Allah’tan  başkasına  kulluk  etmeyeceksiniz,  akraba  ve  ebeveyninize,  yetimlere  ve  fakirlere  iyilik  yapacaksınız.  Bütün  insanlarla  güzellikle  konuşacaksınız,  namazlarınızda  dikkatli  ve  devamlı  olacaksınız  ve  karşılıksız  yardımda  bulunacaksınız.  Ama  birkaçınız  dışında  bu  sözünüzden  döndünüz.  Zaten  siz,  inatçı,  isyankar  bir  toplumsunuz ! ‘’  Bakara  Suresi  83.  Ayet. 
            ‘’ Gerçek  erdemlilik,  yüzünüzü  doğuya  veya  batıya  çevirmeniz  ile  ilgili  değildir.  Ama  gerçek  erdem  sahibi,  Allah’a,  Ahiret  Gününe,  Meleklere,  Vahye  ve  Peygamberlere  inanan,  servetini  akrabasına,  yetimlere,  ihtiyaç  sahiplerine,  yolculara,  yardım  isteyenlere  ve  insanları  kölelikten  kurtarmaya  harcayan,  namazında  devamlı  ve  dikkatli  olan  ve  arındırıcı  mali  yükümlülüğünü  ifa  eden  kişidir.  Ve  gerçek  erdem  sahipleri   söz  verdiklerinde  sözlerini  tutan,  felaket,  zorluk  ve  sıkıntı  anlarında  sabredenlerdir.  İşte  onlardır  sadakatlerini gösterenler  ve  işte  onlardır  Allah’a  karşı  sorumluluk  bilinci  içinde  olanlar. ‘’  Bakara  Suresi  177.  Ayet. 
            ‘’ Onlar,  Allah’a  ve  Ahiret  Gününe  inanırlar,  doğru  olanı  emreder,  eğri  olandan  alıkoyarlar  ve  hayırlı  işlerde  birbirleriyle  yarışırlar.  İşte  bunlar  dürüst  ve  erdemli  kimselerdir.’’  Al’i  İmran  Suresi  114.  Ayet.
            ‘’  Onlar  ki,  hem  bolluk,  hem  de  darlık  zamanında  Allah  yolunda  harcarlar.  Öfkelerini  kontrol  altında  tutarlar  ve  insanları  affederler.  Çünkü  Allah  iyilik  yapanları  sever. ‘’  Al’i  İmran  Suresi  134.  Ayet. 
            Kur’an’da  sık  sık  tekrarlanır  bu  cümle,  ‘’ İnanıp  iyi  işler  yapanlar ‘’  Cennete  girmenin  de  ölçüsü  budur,  Müslüman  olmanın  da.  Çünkü  inanan  insanın  inanmışlığının  ölçütü  iyilik  yapmaktır.  Yoksa  öyle  ‘’ Ben  inanan  bir  kişiyim ‘’  diye  gerine  gerine  dolaşanlar,  bir  üretimleri,  kayda  geçmiş  iyi  işleri  yoksa,  bu  gururları  boşa  olur.  Yolda  kalmışa,  fakire,  yetime,  muhtaç  olana  yardım  etmek  bu  bakımdan  önemlidir.  İnsana  bencilliğini  aşma  imkanı  verir.  Güçlüye,  zengine,  itibar  ve  iktidar  sahibine  yardım  ettiğinizde,  onun  size  bu  iyiliğinizin  karşılığını  fazlasıyla  geri  vereceğini  bilirsiniz.  Asıl  değerli  olan,  bu  iyiliğinize  karşılık  veremeyecek  olan  birine  yaptığınız  yardımdır.  Aslında  iyilik,  bir  insanın  kendisini  gerçekleştirme  biçimidir.  Bir  ağaç  nasıl  meyve  veriyorsa,  insan  da  iyilik  yapmalı.  İnanç,  inanmak  ne  oluyor  bu  noktada ;  Kur’an  bunu  açıkça  belirtmiş ;  ‘’ Allah’ın  varlığına  ve  birliğine  ve  öldükten  sonra  dirileceğimize  inanmak.  Ve  iyiliğin  ve  kötülüğün  dönücü  olduğuna  inanmak. ‘’  Allah’ın  birliğine  inanmak  sadece  bir  tek  olduğuna  inanmakla  kalmamalı ,  bir  olan  Allah’ın  çevresinde  birlik  içinde  olmamız  gerektiği  bilincine  sahip  olmaktır.  Yoksa  ‘’ La  ilahe  illallah ‘’  cümlesinin  manasını  hiç  düşünmeden  putperestlerin  yaptığı  gibi  defalarca  tekrar  etmek  değil.  Biz  bile  şu  insan  halimizle  bir  insanı  değerlendirirken,  o  kişinin  söylediğinden  çok  yaptığına  bakıyorsak,  Allah,  kişinin  ağzından  çıkan  sözlerden  çok  yaptıklarına  bakma  kudretine  sahip  değil  midir .  Anlamını  düşünmeden  böyle  kelimeleri  öylesine  boş  boş  tekrar  eden,  Allah’ın  her  şeyi  hakkıyla  işittiğini  ve  bildiğini  inkar  etmiş  olmuyor  mu ?  Allah  sürekli  olarak  biz  insanların  inançlarını  sınıyor.  Darda  kalınca,  zorda  kalınca,  sıkıntı  ve  afet  zamanlarında.  Dinin  yüzeysel  anlamlarından  yola  çıkarak,  sadece  emir  ve  yasaklarını  uygulayanlar,  dinin  özünü  yaşayanları  pek  anlamıyorlar.  Allah  emaneti  insanlara  verdi  ama  insanların  çoğunun  bu  emanetten  ödü  kopuyor.  Ancak  bu  emanetten  uzak  durdukça  insan  aslında  kendisine  zulmetmiş  oluyor.  Bu  yüzden  başı  dertten  kurtulmuyor,  hayatı  acı   ve  sorunlarla  doluyor.
            Allah’ın  vahyini  çıkar  karşılığı  değiştirenler,  gizleyenler,  onu  ölüler  kitabı,  fal  aracı  yapanlar   insanların  sadece  bir  kaçını  değil,  binlercesini  ve  bir  neslin  değil,  nesillerin  gerçek  bilgiden  mahrum  edilmesine  sebep  oluyorlar.  Bu  yüzden  de  o  kişilerin  veballeri  çok  büyüktür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder