‘’ Oku, yaratan
Rabbinin adıyla ! ‘’ Alak
Suresi 1. Ayet.
‘’ Allah’a
döneceğiniz, sonra herkesin
kazancının kendisine eksiksiz
geri verileceği ve
hiç kimsenin haksızlığa
uğratılmayacağı günün bilincinde
olun. ‘’ Bakara Suresi
281. Ayet.
Bu
ilk ve son
ayetler arasına sığdırılan
Kur’an’ı Kerim, dünyanın
dini, sosyal ve
politik tarihini, bilebildiğimiz herhangi
bir olaydan çok
daha köklü bir
şekilde etkilemiştir. Hiç
bir kitap asırlarca bu
kadar çok insanın
sorduğu şu soruya
onun kadar kapsamlı
bir cevap verememektedir : ‘’ Bu
dünyada iyi bir
hayat yaşamak ve
öteki dünyada mutlu
olmak için nasıl
davranmalıyım ? ‘’ Her ne
kadar Müslümanların çoğu bu soruya
yanlış cevaplar veriyor
olsa da ve büyük
bir kısmı Kur’an
mesajından uzaklaşmış bulunsa
da şu gerçek
değişmemiştir. Bütün müminler
için Kur’an, Allah’ın
insana rahmetinin en
mükemmel tezahürüdür, en
derin hikmet, eşsiz
ifade güzellikleri bu
kitapta dile getirilmiştir. Kısacası
Kur’an katıksız Allah
kelamıdır.
Kur’an her
şeyden önce, inanca
götüren en geçerli
yol olarak akla,
düşünmeye önem vermekte
ve insan varlığını
ruhsal ve fiziksel
planda bölünemez bir
bütün olarak görmektedir.
Yani insanın gündelik
davranışlarının, ne kadar
dünyevi olurlarsa olsunlar ,
onun ruhsal hayatından
ve kaderinden ayrı
tutulamayacağını
vurgulamaktadır. Kur’an ‘’ Yok
mu düşünen ? ‘’ diyor,
ama insanlar düşünmeyi
sevmiyor. Düşünme konusu
o kadar hor
görülüyor ki, çok
düşünen kişinin sonunda
delireceğine dair halk
deyişleri bile var.
Değiştirilmek istenen insan
kendisini değiştirmeye çalışan
Kur’an’ı değiştirmeye çalışıyor.
İnsanlar bilseler
de bilmeseler de
hep dini yaşantının
içindedirler. Dini yaşantı
daha çok hayata
bir anlam vermeye
çalışmak ve bunun
için düşünmek ve
sizin üstünüzdeki, sizi
aşan ve sizi
yöneten büyük güçle
birleşme isteğidir. Kur’an’ın
düşünen akıl sahiplerine
indirilmiş bir kitap
olduğunu anlayabilirseniz , dinle
ilgili şahit olduğunuz
örneklerin çoğunun aslında
dinin kendisi ile
değil , düşünmeyen akıl
sahiplerine ait davranışlar
olduğunu da anlarsınız.
İnsanlar hep dini
yaşantının içindedirler dedik
ya , bu , kişilerin
kendi günlük ve
kişisel bilinçlerinin ötesinde
bir bağlantının kaçınılmaz
sonucudur. Bu bağlantı ,
kişi bu bağı
reddettikçe varlığını hissettirmek
ve sesini duyurmak
için baskısını artırıyor
ve hastalık , sorun
olarak karşısına çıkıyordu.
Hangi dine mensup
olurlarsa olsunlar bu
olgu kişileri sarıp
sarmalıyor , etkiliyor ve
düşünmeye zorluyordu . Kimim ,
nereden geliyor ve
nereye gidiyorum . Bu
dünyada ne yapmalıyım
ve bunu nasıl
yapmalıyım ?
Düşünmek ve
araştırmak ihaleye çıkarılacak
bir iş değildir . Herkes bu
mücadeleyi kendisi vermeli
ve kendi deneyimlerinden yola
çıkarak , aklını kullanıp
düşünerek kendi sonucunu
çıkarmalıdır. Yarın öbür
gün, ‘’ ben bilmiyordum,
bana böyle söylenmişti,
öyle zannetmiştim’’ demenin
bir faydası
olmaz. ‘’ Yalnız Rabbinize yönelin
ve ölümün ve
yeniden dirilmenin azabı
başınıza gelmeden önce
O’na teslim olun,
sonra hiç kimse
sizi koruyamaz. Bu azap,
siz farkında olmadan,
aniden başınıza gelmeden
önce Rabbiniz tarafından
size indirilmiş olan
en güzel öğretiye
uyun ki, hiçbir
insan Kıyamet Günü ‘
Allah’a karşı umursamaz
davrandığım ve hakikati
küçümseyenlerden biri olduğum
için yazıklar olsun
bana ’ demesin. Yahut ’
Eğer Allah beni
doğru yola iletseydi
mutlaka O’na karşı
sorumluluk bilinci duyanlardan
biri olurdum ! ‘ demesin
diye. Yahut, kendisini
bekleyen azabın farkını
vardığında ‘ Keşke bana
bir şans daha
verilse de iyilik
yapanlar arasına girsem ! ’
demesin diye. O
zaman Allah şu
cevabı verecektir : ‘ Hayır,
olmaz. Mesajlarım sana
ulaştığı halde sen
onları yalanladın, büyüklük
tasladın, yersiz bir
gurura kapıldın ve
kafirlerden, hakikati inkar
edenlerden oldun.’’ Zümer
Suresi 54. ….59. Ayetler.
Biliyorsunuz ki bir
kanun maddesi hakkında
bilgisi olmamak kişiyi
o kanunun ihlalinden
doğan suçtan kurtarmaz.
Kitapta, özünü temizlemek,
düşünmek ve aklını
çalıştırmak inanmanın ve
İslamiyetin neredeyse temeli
olarak sunulmasına rağmen,
bunlardan uzak kalınması
düşündürücüdür aslında. Sanki
putlara tapanlarla, inançsızlarla, yanlış
inançlarla savaşmak sadece
belli bir döneme
mahsustu da mesele
hallolup bitmiştir. Artık
Kitabı okumaya, anlamaya,
düşünmeye gerek yoktur.
Sadece ‘’ Evet ben
Müslümanım ! ‘’ demek yeterli
oluyor mu acaba.
Allah, ‘’ la ilahe
illallah ‘’ sözlerinde bulunan
ikrarı, insanların ezbere
söylemesini mi istiyordu.
Allah’ı gerçekten birlemek
aslında tüm dünya
hayatının en zirve
seviyesidir. Ve derin,
geniş ve engin
bir düşünme süreci
gerektirir. Peki, Allah
neredeyse her sayfada
düşünün, aklınızı çalıştırın
yoksa azaba uğrarsınız
diye uyarırken bunu
niçin istiyordu. Tabii
ki bunu insanın
kendi mutluluğu ve
esenliği için istiyordu.
Netice itibariyle insanın
kafasını çalıştırmasını öğütleyen
bir kutsal kitap,
sonunda düşünenlerin önüne
en büyük engel
olarak koyuluyor. Bu
dünya hayatında her
şey geçici ve
sınırlıdır. Baki olan
tek şey Allah’tır.
İnsanın geçici şeylere
yatırım yapması, onlara
zamanını, enerjisini vermesi,
sonu hüsranla biten
ilişkiler ve insanın
acı çekmesi ve
üzülmesi kaçınılmaz sonuç.
Bazen bir insana
duyulan bağımlılık, ondan
ilgi, sevgi ve
destek beklemeye dönüşüyor.
Bunlar elde edilemeyince
de öfke kızgınlık
ve çaresizlik kısır döngüsüne
giriliyor. Bazen de
mala, güce duyulan
gerçek dışı güven,
onlar herhangi bir
şekilde elden gidince
büyük bir yıkıma
sebep oluyor. Aslında
yaratan insana öyle
bir iyilik yapmıştı
ki, koca bir
kitabın özetini bir kaç cümlede
özetleyivermişti : ‘’ Hamt alemlerin
Rabbi Allah’adır. Rahman’dır,
Rahimdir O. Din
gününün maliki, hakimidir
O. Yalnız sana
ibadet ederiz ve
yalnız senden yardım
dileriz. Dosdoğru giden
yola ilet bizi , kendilerine nimet
verdiklerinin, üzerlerine gazap
dökülmemişlerin, karanlık ve
şaşkınlığa saplanmamışların yoluna. ‘’
Tanrı dinleri
neden getirdi ? Neden
peygamberler gönderdi ? İnsanın
mutluluğu, esenliği, huzuru
için değil mi ?
Yoksa birbirini kırsın,
öldürsün, sefil ve
zelil olsun diye
değil. Fakat şu
an manzara hiç
de öyle gözükmüyor.
Aynı Allah’a ve
O’nun peygamberlerine inandığını
söyleyen insanlar birbirlerini
boğazlıyorlar. Dinler tarihine
baktığımızda bir peygambere
ve onun takipçilerine
savaşarak ya da
başka yollarla engel
olamayanlar çok ilginç
bir yöntem buluyorlar.
İnanmış gibi gözükerek,
dinin mesajını yavaş
yavaş tahrif ediyorlar.
Örneğin Hz. İsa’ya
en çok karşı
çıkan Yahudi asıllı
Romalı Paul taktik
değiştiriyor ve en
hızlı inanmıştan daha
hızlı oluyor. Sonra
ne yapıyor, Hıristiyanları birbirine
düşürüyor, kadını toplumun
dışına itiyor, Hz.
İsa’yı tanrılaştırıyor ve
dini kurumsallaştırıyor. Peki
İslamiyette ne olmuştu ?
Hz. Muhammed’e en
çok karşı çıkan,
onunla savaşan Emevi
Sülalesi, sonunda taktik
değiştirerek Müslümanlığı kabul
ediyor, halifeliğini ilan
ediyor, binbir yalan
ve hile ile
Hz. Peygamberin torunlarını
öldürüyor. Böylece Emevi
hanedanı, aynı Hıristiyanlıkta, kilisenin
ve imparatorun kazandığı
bir pozisyona geçiyor,
tartışmasız bir otorite
kazanıyor. Çünkü Halife
demek Allah’ın yeryüzünde
O’nu temsil eden
yetkilisi demek. Halifeye
karşı gelmek, Allah’a
ve peygambere karşı
gelmek demek. Peki,
Yaratan bu sonucu
ta en başından
görmedi mi ? İşte
bu mümkün değil.
Hz. İsa son
akşam yemeğinde havarilerinden birisinin
onu ele vereceğini,
bir diğerinin onu
reddedeceğini söylemedi mi.
Ya Peygamberimizin Müslümanlığın
geleceği ile ilgili
kehanetleri. Onlar, bunları
kendilerine bildirilmeden bilebilirler
miydi ? Yaratan, Fatiha
Suresinde din gününün
sahibi benim diyor.
Yaratanın mesajı yanlış
anlatıldı veya yanlış
anlaşıldı, bazen de
tahrif edildi. Çünkü
insanlığın idrak kapasitesi
henüz o kadardı.
Bu iş bir
süreç işiydi. Bu
süreç henüz bitmedi.
Ne zaman bitecek,
Yaratanın bütün dinler
vasıtasıyla bildirdiği gerçekleri,
bir daha asla
tartışmaya ve itiraza
meydan vermeyecek şekilde
ortaya koyacağı zaman.
Bunun arkasından bir
uyarı geliyor : ‘’ Yalnız
Bana kulluk yapın. ‘’
Ne demek yalnız
Sana kulluk ederiz ?
Demek ki başkalarına
da kulluk yapılıyor.
Kulluk, karşılığında bazı
değerler elde edeceğinize
inanarak sahip olduğunuz
bazı değerleri, bir
kişiye, bir şeye
sunmaktır. Zamanınızı, emeğinizi,
yeteneklerinizi,
duygularınızı birisine ya
da bir şeye
sunarak karşılığında güç,
güven, bolluk, huzur,
bereket, sevgi gibi
şeyler almayı umarsınız.
Kimden umarsınız bunu ?
Bazen bir kişiden,
bazen anne babalarımızdan, atalarımızdan, patronumuzdan, devletten,
padişahtan, eşinizden, çocuğunuzdan,
bazen bir mevki,
para, güzellik, güç,
bazen güneşten, topraktan,
hatta cinlerden, ruhlardan,
tabiat varlıklarından. Bize
sevgi, anlayış, korunma,
yardım etsinler diye
kendilerine kulluk ettiğimiz
şeylerden. Ve her
kulluk eylemi bir
de tapınma eylemiyle
bütünleşir. Bu tapınma
özünde, ‘’ben senin
benden istediğini yapıyorum, sen
de benim istediğimi
yap ‘’ amacını gütmekte
değil midir. Yaratan
meleklere ‘’ Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim !
‘’ demişti , insanı
yaratırken. Çünkü O,
alemlerin Rabbidir.
‘’ Rab ‘’ sözcüğü terbiye
edici ve öğretici
anlamına gelir. Yüce
Allah’ın eğitiminin amacının
ne olduğu ve
bunun nasıl sonuçlanacağı
bellidir. Her eğitimin
bir amacı vardır.
Allah’ın öğretici eli
her zaman insanın
üzerindedir. Bu eğitim
iki şekilde yürür.
Birincisi Allah’ın rahmet
ve sevgi eli,
diğeri ise gazap
ve ceza eli
ki her ikisi
de bir gerçeği
öğretmek içindir. Fatiha
Suresi bize açık
açık söylüyor, ‘’
Allah dışında kime
kulluk ederseniz, o
sizi kendisi için
kullanacak ve sonunda
ona köle olacaksınız. ‘’ Oysa
Yaratıcımızın hiç bir
şeye ihtiyacı yoktur.
O bizden O’na
teslim olmamız için
kendisi adına bir
şey istemez. Sadece
bizim mutluluğumuzu ve
esenliğimizi ister. Buda
bakın ne demiş :
‘’ Acı çekmenin nedeni
geçici şeylere bağlanmak
ve bunlarla ilgili
cehalet içinde olmaktır.
‘’ Burada düşünülmesi
gereken iki kelime
bağlanmak ve cehalettir.
Bağlanırsınız, çünkü ondan
medet umarsınız, yani
ona kulluk yapar
onu tanrı edinirsiniz.
Cahiliz, çünkü ihtiyaçlarımızın tüm
kaynağının bizim kendi
varlığımızda zaten var
olduğunu bilmiyoruz. Bu
kaynak sonsuzdur, çünkü
Yüce Allah’tan gelir. Allah’a kulluk
etmek O’nun yasalarına
uymaktır. Nedir O’nun
yasaları ? Kur’an mesajı
ve okudukça öğreneceğimiz, anlayacağımız
sünnetullah. Nasıl ki
bir ülkenin vatandaşı
olmak size o
ülkenin kanunlarına uyma
zorunluluğu getiriyorsa, Allah’ın
kulu olmak O’nun
yasalarına uymayı gerektirir.
Cehaletin panzehiri olan
bilgi de işte
tam bu noktada
ortaya çıkar. Çünkü
acı çekerek, sonunda
ne yaparsak acı
çekmeyeceğimizi öğreniriz. Gözle
görülebilen, elle tutulabilen
bir şeye güvenmekle,
gözle görülemeyen bir
Tanrı’ya inanmak arasında
fark vardır. Taştan
veya tahtadan oyulmuş
bir heykele tapmak
bu yüzden daha
somuttur. Taşa dokunur,
onu görürsünüz. Atalarınız,
yakınlarınız, çevreniz orada
karşınızda durup dururlar.
Oysa Allah nerededir ?
O zaman elalem
ne der kaygısıyla
hareket eder, Tanrısal
yasaları es geçersiniz.
Kur’an Bakara Suresi
55. Ayette bakın
ne diyor : ‘’
Hatırlayın, hani ‘ Ey
Musa, doğrusu Allah’ı
kendi gözümüzle görmedikçe
sana asla inanmayacağız ! ’ dediğinizde,
işte o an,
siz daha ne
oluyor diye çevrenize
bakınıp dururken ceza
yıldırımı sizi yakalamıştı. ‘’ Soyut
düşünce gücü, uğruna
emek verdiği, zaman
verdiği herhangi bir
şeyin kendisine ne
kazandıracağını baştan hesap
edebilme yeteneğidir. En
temelde her şey
geçicidir. Çocuklarınız ölebilir,
ya da hayırsız
çıkabilir. Malınız elden gider,
şöhretiniz lekelenir ya
da unutulup gidersiniz.
Kas gücünüz zayıflar,
elden ayaktan düşersiniz.
Eşiniz sizi terk
edebilir ya da
ölebilir. Doğru bildiğiniz
bazı şeylerin bir
süre sonra yanlış
olduğunu öğrenebilirsiniz. Eğer
bütün bunlara sanki
hep sonsuza kadar
sizinle olacaklarını varsayarak
bir hayat kurmuşsanız
hüsrana uğramak kaçınılmazdır. Peki
ne yapacağız, bunları
toptan reddedecek, kullanmayacak, tadını
çıkarmayacak mıyız ? Bunlara sıkı
sıkı sarılmakla tümüyle
reddetmek arasında başka
bir yol olamaz
mı ? Yukarıda saydığımız
her şey bizim hayrımıza
olan değerler. Mal
da, mülk de,
aile de, çocuk
da, şan da,
güç de. Buradaki
sorun onların kötü
ya da iyi
oluşunda değil, onlara
olduklarından daha fazla
değer yükleyip kendi
değerimize yabancılaşmaktır. Evet,
bunlar iyi, güzel
ve bizim yararımıza !
Ama hepsinin bir
son kullanma tarihi,
bir de sınırı
var. Örneğin para
insana tek başına
dost kazandırmaz. Şöhret
güvenlik vermez. Bilgi
bir süre sonra
faydasız, hatta yanlış
olabilir. Bütün bunların
aslında yokluktan çıkıp
geldiklerini ve tekrar
yokluğa döneceklerini bilmek
gerekir.
Kur’an, hemen
hemen bütün surelerde
inanan insanla inanmayanlar
arasında bir ayrım
yapar. Neye inanmak ?
Allah’a, ahirete, kıyamet
gününe, öldükten sonra
dirileceğimize. Dikkat ederseniz
bütün bunlar gözle
görülmeyen, elle tutulmayan
bir dünyaya işaret
eder. Cennete girmeye
hak kazananların da
inanıp iyi işler
yapan kişiler olacağı
söylenir.
Fiziğe göre
ise gerçek olan
her şey aynı
zamanda ölçülebilir, sayılabilir
olmalıdır, yani beş
duyumuzla
algılanabilmelidir. Dünyayı bu
şekilde algılama biçimi
onu bir makinaya
dönüştürdü. İnsan zihin
ve bedenden oluşmuş
ikili bir yapıya
indirgendi ve maddeci
dünya görüşü şu
sonuca ulaştı : Daha
çok mal = Daha
iyi hayat.
Atalara tapma
konusu da Kur’an’ın
en sıkça tekrar
ettiği motiflerden biridir. İnsanların
temel sorunlarını incelerken
karşımıza sık sık
atalar çıkar. ‘’
Hani bir
vakit İbrahim babasına
ve kavmine ‘ Bu
başına toplandığınız putlar
da neyin nesi ? ‘
demişti. Dediler ki : ‘
Biz atalarımızı bunlara
ibadet ederken bulduk. ‘’ Enbiya Suresi
52.53. Ayetler. Oysa
hayatını kendisinin oluşturduğu
düşünce ve inançlarla
yöneten bir insan,
aklını kullanan ve
öyle yaşayan bir
insan dosdoğru yolda
olacaktı. Ama bunun
için bir birey
olmak, düşünmek ve
tartışmak gerekiyordu. Peygamberler
de aynı şeyi
yapmamışlar mıydı ? Kendilerine
yanlış ve yabancı
gelen inanç ve
davranışları sorgulamışlar, bunun
için yalnızlığa çekilmişlerdi. Kimi
çöllere kaçmış, kimi
mağaraya sığınmıştı. Hz.
Muhammed bir deli
olarak görülmüştü. Hz.
Musa bir kanun
kaçağı olarak aranıyordu.
Hz. İbrahim yakılmaya
kalkışıldı. Onların yolu
aslında zor gibi
görülen kolay bir
yoldu, diğerlerinin yolu
ise kolay gibi
görünen zor yol.
Onlar kendi
başlarına, hayat sorumluluklarını omuzlamışlardır. Bu
başlangıçta çok zor
ve zahmetli bir
iştir, biraz da
ürkütücüdür. Yalnız kalmak,
pusulasız bir şekilde
hayatın orta yerinde
öylece durmaya benzer.
Buradaki yalnızlık yalnız
fiziksel anlamda bir
yalnızlık değildir, düşünsel
anlamda da bir
yalnızlıktır. Böylesine bir
yalnızlık ve suçluluk
duygusu ile boğuşma
cesareti göstermeden kişinin
doğru yola girmesine
pek imkan yoktur
aslında. Bu suçluluk
duygusu beynimizdeki ‘’ Sürüyle
olursan güvendesin ‘’ kodlamasının
baskısına karşı koymaktır,
çünkü insanın sürü
psikolojisine sahip olduğu
bilimsel olarak da
kanıtlanmıştır. İnsanların çoğunun
kendi insiyatif ve
seçimleriyle davranmaktan çok
atalarının, ait oldukları
grupların yönlendirmeleri ile
davrandıkları anlaşılmıştır. Koyunların
topluca bir uçurumdan
düşmeleri gibi. Sürünün
başındaki atladığında arkasındakiler hiç düşünmeden atlayıveriyorlar. İnsan
koyun değil, fakat
insanın beyninde koyunun
beyninde olana benzer
bir parça var.
Bu parça ‘’Beraber
ol güvende olursun ‘’
parçası. ‘’ Sürüden ayrılanı
kurt kapar ‘’ atasözü
koyunlar için harika
bir atasözü olabilir
ama bu bir
insan atasözü olarak
kullanılıyor.
‘’ Biz, ne zaman,
senden önce herhangi
bir topluluğa bir
uyarıcı gönderdiysek, halkın
keyif ve haz
peşinde koşan kesimi
daima şöyle dediler :
‘ Biz atalarımızı bir
inanç üzerinde bulduk,
biz ancak onların
izinden gideriz.‘’ Zuhruf Suresi
23. Ayet. Yani
şunu demek istiyorlar: ‘’ Biz henüz
evrimleşmedik, aklımızı kullanamıyoruz. Sadece
birlikte hareket etmenin
bize verdiği güven
duygusuna ihtiyacımız var.
Ve bu ihtiyaç
bizim bütün davranışlarımızın eksenini
oluşturuyor. Bu da
bize yeter.‘’ Aslında
Kur’an’da başka hiç
bir ayet olmasaydı
bile bu ayetler
bir Müslüman’ın başka
bir kimsenin dini
görüşlerini körü körüne,
hiç sorgulamadan kabul
etmesinin yanlışlığını göstermeye
yeterdi. Çünkü Allah
söz konusu hakikat
inkarcılarının bu tavırlarını
ne akıllarıyla ne
de vahyedilmiş bir
metnin açık otoritesine
dayanarak oluşturmadıklarını, yalnızca
atalarının ve kendilerinden
önce gelip geçmiş
olanların görüşlerini körü
körüne kabul etmekle
yetindiklerini açıklığa kavuşturmuştur. Ve
Allah bütün bunları
itham edici ve
aşağılayıcı bir dille
işlemiştir.
Cahiliye döneminde
kız çocuklarını diri
diri toprağa gömüyorlardı.
Bunu yapanlar hiç
de üzülmüyor, vicdanları
sızlamıyordu. Ya şimdi ?
Şimdi de kız
çocukları bir çok
yerde mal muamelesi
görmüyor mu ? Kadın
aşağılanmıyor mu ? Dışlanmıyor
mu ? İkinci sınıf
varlık muamelesi görmüyor
mu ? Töre cinayetleri
çoğunlukla kızın kendi
babası, ağabeyi, kardeşi
işlemiyor mu ? Töre
nedir ? Atalara göre
doğru olan şeylerin
tümü değil mi ?
Yani o kişiler
diyorlar ki : ‘’ Biz atalarımızdan
böyle gördük, ondan
böyle yapıyoruz. ‘’
Töreye uygun davranmazsa
dışlanacak, yalnız kalacak.
Kim katlanacak buna,
değil mi !
Bu
kişiler için Kur’an’da
bir çok ayet
vardır. Bunları ya
bilir, ya da
bilmezsiniz. Ya araştırıp
düşünmüşünüzdür, ya da
hiç ilgilenmemişsinizdir. Ama
Yüce Allah size
kopya veriyor.
Sorumluluk nedir ? Bunun
İslam’la ne ilgisi
var ? Gerçekten teslim
olmak için, barış
içinde yaşamak için
insanın duygu, duyu
ve eylemlerinin kendi
tarafından kontrol edilmesi
gerekli değil midir.
Yoksa insan ne
yaptığını ve bunu
nasıl yaptığını bilemez.
‘’ Ben günde yetmiş
kere tövbe ederim ‘’
diyor Hz. Peygamberimiz. Ne
demek istiyor ? Ben
günde en az
yetmiş kere bir
duygumun, düşüncemin ya
da davranışımın bana,
benim özüme, fıtratıma
uygun olmadığını fark
ederim demek istiyor.
O halde duygu,
düşünce ve eylemlerin
sorumluluğunu almak tüm
hayatın sorumluluğunu almaktır.
Ancak onları kontrol
ederek hayatını kontrol
edersin. Duygular kişiyi
kendisi yapan enerjilerdir.
Duygu olmazsa düşünce
olmaz, düşünce olmazsa
akıl çalışmaz. Duygu
akıl fabrikasının hammaddesi
gibidir. Kendi duygularını
fark etmeyen kişi
bu yüzden bir
robota dönüşür. Onun
bir çok fikri
vardır. Ama duygusu
yoktur. Bu durumda
o kişi başkalarının
duygularına karşı da
empati geliştiremez, o
zaman kolayca başkalarını
üzer, kırar, zarar
verir. Ezberledikleri, doğru
kabul ettikleri, tartışıp
düşünmeden benimsedikleri inançlarını
yaşarlar. Emin olmamayı
kendine bir yaşam
stratejisi olarak benimseyen
insanlar, gözleriyle gördükleri,
kulaklarıyla duydukları şeyler
konusunda bile kuşkulu
davranabilirler. Halbuki yaşadığınız
olaylarla ilgili sorumluluğu
aldığınızda meseleyi çözmek
için önemli bir
ipucu yakalamış olursunuz.
Ama insanların çoğu
başlarına gelen şeylerden
kendileri dışında her
şeyi sorumlu tutarlar.
Gerçekte kendisiyle barışık
olan, kendi kaderiyle
barışık olur ve
kendi kaderiyle barışık
olan da Allah’la.
Çünkü o zaman
kaderini kendi seçimleriyle
kendisinin belirlediğini fark
eder. Çoğu insan
kendisini tanımaz. Ya
olduklarından iyi ya
da olduklarından kötü
olduklarını zan ederler.
İnsanın kendisiyle uyumu
öncelikle kendisini tanımasıyla
oluşur. Kendisinin çok
pozitif biri olduğunu
savunan bir kişi
bir de bakarsınız
vesvese kumkuması çıkar.
Ya da sevgi
dolu olduğunu zanneden
biri, soğuk ve
mesafeli olduğunu anlayıverir
bir gün. Ne
zaman ki hayatın
aynası bunu ona
gösterir, takke düşer
kel görünür.
‘’
Akıllarını kullansalardı bilirlerdi
ki bu dünya
hayatı geçici bir
zevk ve eğlenceden
başka bir şey
değildir. Oysa sonraki
hayat, tek gerçek
hayattır. Keşke bunu
bilselerdi ! ‘’ Ankebut Suresi
64. Ayet. Hayatın
keyfini çıkarmak, eğlenmek,
lüks ve refah
içinde yaşamak sadece
inanmayan insanlara tanınmış
bir ayrıcalık, acı
çekmek, fakirlik ve
zorluk içinde yaşamak
inanmanın bir işareti
ve Allah tarafından
sevilmenin bir şartı
mı ? Böyle görülürse
insanlar derin bir
açmazın içine girerler.
Herkes hem mutlu
hem de müreffeh
bir hayat yaşamak
ister, hem de
bir yandan bundan
korkar. Çünkü böyle
olunca Allah tarafından
cezalandırılacağını düşünür. Sanki
Allah hem dünyanın
çeşitli güzel nimetlerini
yaratmış, hem de
sanki ‘’ Bunlarla oyalanıp
eğlenirsen vay senin
haline !’’ demektedir. Belki
de Allah, ‘’Dünyanın
keyfini çıkarın. Çünkü
sizler benim çocuklarımsınız ve
ben mutlu olmanızı
istiyorum. Eğer gerçekten
haz ve sevinç
verecek şeylerle oynarsanız
mutlu olursunuz. Ama
bu oyunu ciddiye
alırsanız ve oyun
araçlarınızı çok önemserseniz
mutsuz olursunuz ‘’ demek
istiyor. Nitekim Bakara
Suresi 168. Ayette
şöyle deniyor : ‘’
Ey insanlar, yeryüzündeki
bütün nimetlerimden, temiz
ve helal olmak
şartıyla yiyin, fakat
şeytanın adımlarına uymayın.
Çünkü o sizin
apaçık düşmanınızdır. ‘’ Allah’ın
dikkatimizi çekmeye çalıştığı
şey önce bunların
insanı tam olarak
mutlu etmeyecek araçlar
olduğudur ve asıl
hazzın oyun için
kullandığımız araçlarda değil,
oyunun kendisinde saklı
olduğunu anlamamızdır. Allah insanları
sadece cehenneme koymak
için mi yaratmıştır.
Allah, bütün insanlar
inansalar ve iman
etselerdi onları yok
edeceğini, yerine inanmayan
bir nesil getireceğini
söylemiştir. Burada söylenmek
istenen şey, dünyanın
bir oyun ve
eğlence alanı oluşunda
yatıyor belki de.
Demek ki Allah,
hayatı deneyen, kendi
özüne ve yaratılış
amacına uygun olmayan
şeyleri deneyen ve
böylece kendine zulmeden
bir varlık yaratmak
istemiş. Özgür ve
seçme şansı olan
bir varlık. Çünkü
ancak özgür bir
varlık kendi özüne
ve evrenin yasalarına
karşı çıkabilir. Peki
bu karşı çıkış
ne sağlar ? Deneyerek,
yaşayarak ve
tabii ki acı
çekerek sonunda kendini
mutlu edecek seçimleri
yapabilen bir varlık
olabilmeyi sağlar. O
yüzden Allah, sadece
korktuğu için inanan
bir insan tipi
istemiyor aslında. İyiyi
ve kötüyü deneyen
ve sonunda kendi
rızası ve isteğiyle
iyiden yana tavır
koyan bir varlık
istiyor.
Hz.
Adem bir halife
olarak yaratıldı, ama
bunun gerçekte nasıl
bir şey olduğunu
bilmesi için, anlaşılması
için bir şeye
ihtiyacı vardı. Bu
niteliklerinin inkarına ! Hz.
Adem bir halife
idi, Yaratanın halifesi.
Üstün niteliklerle donatılmıştı.
Lekesiz, parlak bir
ışık gibiydi o
zaman. Peki bu
kusursuzluğunu nasıl idrak
edebilirdi ? Halife olmanın
bir niteliği sevgidir,
merhamettir. Tüm varlıkları
kucaklayan bir anlayış
ve saygı duygusu.
Bir başka nitelik
güçtür, kudrettir. İnsanda
tezahür eden kudret,
yapabilme gücü. İsteme,
planlama ve bunu
gerçekleştirme gücü. Herhangi
bir konuda irade
göstermek. Bir diğer
niteliği yaratıcılıktır. Buradaki
yaratıcılık bir şeyi
yoktan var etmek
değil, yeniden düzenlemektir. Var
olan şeylerden yeni kombinasyonlar yapmak.
Boyalardan tablo yapmak,
betondan inşaat, seslerden
müzik eseri meydana
getirmek gibi. Ve
halifenin bir niteliği
bilgeliktir. İnsan bilme
kapasitesine sahiptir, fakat
bunu adım adım
ortaya çıkartır ve
bu sonsuza kadar
sürer. Çünkü Allah
bir yandan da
erişilmez olandır. İnsan
nasıl yapar bunu ; deneyerek, tecrübe
ederek. O zaman
buradan şu sonuç
çıkar ki, cehennem
azabı halife olmak
için yaşanacak doğal
sürecin bir ara
durağıdır.
‘’ Biz akıl ve
irade emanetini göklere,
yere ve dağlara
sunmuştuk. Ama sorumluluğundan korktukları
için onu yüklenmeyi
reddettiler. O emaneti
insan üstlendi. Zaten
o, daima haksızlığa
ve akılsızlığa / cahilliğe son
derece meyillidir. ‘’ Ahzap Suresi
72. Ayet. Emanet,
muhakeme ( Akıl ) ve
irade, yani iki
veya daha fazla
hareket tarzı veya
eylem biçimi arasında,
dolayısıyla iyi ve
kötü arasında seçim
yapabilme yeteneğidir. Ama
insan, sahip olduğu
akıldan ve nispi
serbest iradeden kaynaklanan
ahlaki sorumluluğuna layık
olduğunu gösteremedi. Bu
elbette, genel insan
türüne özgü olup
onun bütün fertlerinin
mutlaka böyle olduğu
anlamına gelmez. Kendi
akılları ve vicdanlarının
gereğine uygun davranmayanlar kastedilmektedir.
Aklın en
önemli niteliği tasarlama
gücüdür. İnsan, öncelikle
gelecek zamanla ilgili
tasarıları olan bir
varlıktır. Sadece insan
geleceği planlar. İyi şeyler tasarladığınızda iyi
sonuçlar, kötü şeyler
tasarladığınızda kötü sonuçlar
doğar. İnsan bu
tasavvur etme yeteneğini
kendi aleyhine kullanarak
kendine zulmeder. Çünkü
hayal ettiği şeylerin
gerçekleştiğine,
gerçekleşebileceğine dair henüz
açık ve net
bir farkındalığı yoktur.
İşte ayetteki çok
cahil sözünün anlamı
budur. İnsan düşüncelerin
çok güçlü bir
gerçek oluşturucusu olduğunu
keşke bilseydi. İnsan
sonuçları sebep sanma
hastalığına yakalanmıştır. Bu
da sorumluluğunun farkına
varmasını engeller. Hasta
olunca bunu kadere,
enfeksiyona, çalışmayan hormonlara
bağlama eğilimi bundandır.
İşsiz kalınca kötü
giden ekonomik duruma
bahane bulmak, yalnız
kalınca doğru dürüst
adam kalmadı ki
deyip, sevme korkusunun
üstünü kapatmak kaçınılmaz
olur. Kötü not
alınca ‘’ hoca bana
taktı ‘’ diyen öğrenci
gibi, mutsuzluğundan anne
babasını, fakirliğinden sosyal
şartları sorumlu tutar.
Bu hastalık kronikleştikçe iş
dönüp dolaşıp şanssızlığa
kadere ve sonuçta
kaçınılmaz olarak Allah’a
kadar gider. Hatta
iyi bir şey
yaşadığında bu onun
becerileri sayesinde olmuştur,
kötü işler ise
hep Allah’tandır. ‘’
Yedi gök
ile yer ve
onların içinde yer
alan her şey
O’nun sınırsız kudret
ve yüceliğini anmaktadır.
O’nun yüceliğini, aşkınlığını
övgüyle yankılamayan bir
tek nesne yoktur.
Ne var ki
siz onların yücelemelerini anlayamıyor,
kavrayamıyorsunuz. ‘’ İsra Suresi
44. Ayet. Tesbih
etmek, Allah’ı anmak
anlamına geliyor. Dünya,
evren Allah’ı anıyor,
isteseler de istemeseler
de. Kainattaki her
şey sınırsız ilim
sahibi Yaratıcı İradenin
varlığına tanıklık ederken,
yalnızca insan, her zaman var
olan, her yerde
varlığını hissettiren Allah’ın
mutlak kudretinin bu
karşı konulmaz, görmezlikten
gelinmez tecellilerine, belirtilerine
karşı kör ve
sağır kalabiliyor. Çünkü insan
istemezse zikretmiyor. O
zaman emanet bu,
yani özgürlük ve
sorumluluk. Bu ikisi
birbirinden ayrılmayacak kadar
sıkı sıkıya bağlı.
Yanlışı işlemek, dürüstlükten
ayrılmak özgürlüğü. Ve
bunun sonuçlarına katlanma
sorumluluğu.
Ne
yapmalıyız ?
İyilik yapmalıyız !
İnsanın zikretmesi
iyilik yapmasına sebep
olmuyorsa eğer, bir
işe yaramaz. İnsanın
yanlış yaptığı ne ?
Becerisini sadece iyilikte
ve güzellikte değil,
kötülük ve çirkinlikte
de kullanması. İşte
dağlarda, taşlarda, göklerde
bu yok. Onlar
bu emaneti almamışlar.
Yani onlar hem
özgür değiller, hem
de sorumlu değiller.
Peki Allah bu
emaneti insana niçin
verdi. Uygun bulmasa,
arzu etmese, sırf
insan bunu yüklenmek
istedi iye bunu ona verir
miydi ? Tabii ki
hayır ! Bir sorumluluk
ve güç, ancak
hazır olana verilir.
Peki insan
neler yapıyor ? Gözüne
kestirdiği birine tecavüz
ediyor, malını mülkünü
elinden alıyor, kandırıyor,
sömürüyor. Bunları nasıl
yapıyor ? Tasarlayıp planlayarak,
yanlış yapma özgürlüğünü
kullanarak. Neden yapıyor,
neden çalıyor, aldatıyor,
öldürüyor ? Bütün bunlardan
kendince bir yarar
sağladığı ve yanlış
olduğunu düşünmediği için.
Rüşvet yiyen, herkes
yiyor der. Adam
öldüren hak etmişti
der, tecavüz eden
aranıyordu der. Bakara
Suresi 11.12. ayetler
de der ki : ‘’ Onlara
‘ yeryüzünde çürüme ve
yozlaşmaya yol açmayın ! ‘
denildiğinde ‘ Biz sadece
düzeltmeye ve iyileştirmeye
çalışıyoruz ! ‘ diye cevap
verirler. Gerçekte onlar
yozlaşmaya ve çürümeye
yol açan kimselerdir,
ama buna kendileri
de idrak etmezler. ‘’
Emanetten amaç,
insanın özgürlüğünü ve
tasarım gücünü iyilik
ve güzellik için,
kötülük yapabilme gücü
olduğu halde yapmamayı
seçmesi için olabilir
mi acaba ? Allah,
meleklerin ilk yaratılıştaki
‘’ama biz seni
överek tesbih ediyoruz ‘’
itirazları üzerine, ‘’ Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim ‘’ dememiş
miydi. Allah insanı
özgür kıldı. Özgürlük
insanın tüm alanlarını
kapsar. İnsan yapacağı
her eylem için
özgürdür. Sadece iyilik
yapacağı zaman Allah
ona izin verecek,
kötülük yapacağında bileğinden
tutacaksa bunun bir
anlamı yoktur. İnsan
her istediğini yapacak
ve sonunda bedelini
ödeyecektir. Bu konuda Allah’ın
sözü ve planı
vardır.
İnsanın zikretmesi,
yaratılış amacına uygun
eylemleridir. Eylem, hareket,
çalışma. İnsan gidip
gelerek, çalışıp didinerek,
düşünüp taşınarak, çaba
gösterip doğruyu bularak
yaşadığında yaratılış amacına
uygun davranmış oluyor.
İnsanın zikri iyilik
yapmaktır aslında. Yoksa
öylece gözlerini kapatıp
belli sözcükleri hep
tekrar etmek değildir.
Eğer bu tekrarlar
onun iyilik yapmasına
yol açıyorsa o
başka. Peki ‘’ iyilik ‘’
ne demek ve
insan ne yaptığında
iyi oluyor. Biz ne için
yapılmışsa bu işi
yapılış amacına uygun
şekilde yerine getirene
‘’ iyi ‘’ demiyor muyuz.
İyi bir meyve
ağacı güzel, bol
meyve veren ağaç
değil mi, iyi
bir at koşması
gerekiyorsa koşan, yük
taşıması gerekiyorsa taşıyan
at değil mi.
İyi bir kapı
rahat bir şekilde
açılıp kapanabilen, kilitlenebilen sağlam
bir kapı değil
midir ? İyi bir
insan da yaratılış
amacına uygun yaşayan
insan değil midir ?
Gücünü öncelikle iyilikte
kullanan, sonra da
özel beceri ve
yeteneğini kullanarak insanlara
güzel ve faydalı
şeyler sunan biri
değil mi ? İşte
o zaman insan hem
emaneti iyi kullanmış
olacak ve hem
Allah’ı zikretmiş olacak
ve hem de mutlu
biri olacak.
Alın yazgısı,
kader. İşte insan
için en önemli
konulardan biri. Kur’an
bu konuya nasıl
yaklaşıyor ? ‘’ Başına ne musibet
geldiyse, kendi ellerinizin
yaptıkları sebebiyledir, oysa
bir çoğunu da
Allah affediyor. ‘’ İnsan
kendi kaderini kendi
elleriyle yapıp ettikleriyle
oluşturur. Başımıza iyi
veya kötü ne
geliyorsa, kendi yüzümüzdendir. Musibet
ve belalar insanın
kendi eylemlerinin ve
düşüncelerinin sonucu olduğu
gibi, nimet ve
güzellikler de yine
insanın kendisindendir. Hal
böyleyken neden insanların
çoğu kaderci ?
Hatta kaderciliği neden
dindarlığın gereği olarak
savunuyor ve sunuyorlar ?
Kaderciliğin tevekkülle, Allah’a
inançla bir ilgisi,
ilişkisi olduğunu mu
düşünüyorlar ? Neden her
işten Allah’ı sorumlu
tutuyorlar ? Neden
akıllarını ve iradelerini
kullanmıyorlar ? Kaderin olduğu
yerde özgür irade
olmaz, özgür iradenin
olduğu yerde de
kader yoktur. Kader
konusunda sanki bir
çelişki varmış gibi
zannedilen ayetler de
var. ‘’ Allah, kullarından dilediğine
bol rızık bağışlar,
dilediğine ise ölçülü
ve iradeli. Zira
unutmayın, Allah, her
şeyi hakkıyla bilir. ‘’
Ankebut Suresi 62. Ayet. , ‘’
Allah’ın insanlar için
açacağı rahmet kapısını
kimse kapatamaz ve
O’nun kapattığını da
kimse açamaz. Çünkü
O, kudret ve
hikmet sahibidir. ‘’ Fatır
Suresi 2. Ayet.
, ‘’ Kuşkusuz Allah, doğru
yoldan sapmak isteyenin sapmasına
izin verir, aydınlığa
ulaşmak isteyeni de
aydınlığa ulaştırır. O
halde onlara üzülerek
kendini perişan etme.
Allah onların yaptıklarını
çok iyi bilir !
Fatır Suresi 8.
Ayet. , ‘’
Bilmezler mi Allah
dilediğine bol rızık
verir dilediğine az ?
Doğrusu bunda inanan
insanlar için dersler
vardır ! ‘’ Zümer Suresi
52. Ayet. Bu
tip ayetler sanki
insanın kaderi tümüyle
Allah’ın elindeymiş fikrini
uyandırabilir. Ama biraz
dikkatli bir şekilde inceleyip
düşündüğümüzde aslında bir
çelişki olmadığı çıkar
ortaya. Bakara
Suresi 26.27. ayetlerde
‘’Allah kendisine karşı
taahhütlerini bozan fasıklardan
başkasını saptırmaz ‘’ ilkesini
koyuyor. İnsanın sapıp
da ‘’ yoldan çıkması ‘’
kader’in ya da
alın yazısının bir
sonucu değil, kesinlikle
insanın kendi tutum
ve eğilimlerinin bir
sonucudur. ‘’ Allah sapmayı dileyeni
sapıklık içinde bırakır,
doğru yolu tutmayı
dileyeni de doğru
yola yöneltir. ‘’ İbrahim Suresi
4. Ayet. Kaderin
varlığı hem insanlığı
hem de ilahi
vahyi temelinden yok
eder, insanı hayvan
gibi sorumsuz yapar.
Eğer kaderimiz Allah
tarafından belirleniyorsa, bizim
bu konuda hiç
bir katkımız yoksa,
o zaman bir
katilin şöyle demeye
hakkı olmaz mı : ‘’ Ne
yapayım Allah’ım ! Bu benim
senin tarafından alnıma
çizilen yazımmış ‘’ O zaman
hesap gününde günah
sevap tartısında günahları
ağır çeken biri
şöyle diyemez mi :
‘’ Benim yaptığım kötülükler
ve yapmadığım iyilikler
senin sayendedir /
yüzündendir. O zaman
beni sorumlu tutamazsın
ya Rab ! ‘’ Peygambere
karşı çıkan kişiler
aynı mantığı kullanarak
Müslümanlığa direnç göstermediler
mi. Böylece akıllarınca
Allah’ı açmaza sokuyorlardı : ‘’
Allah’tan başkalarına tanrısal
nitelikler yakıştıran kimseler
‘ Eğer Allah dileseydi ‘
diyorlar, ‘ ne biz,
ne de atalarımız
O’ndan başka hiç
bir şeye kulluk
etmez, O’nun buyruğu
hilafına hiç bir şeyi yasaklamazdık. ‘ Onlardan
önce gelip geçen
inkarcılar da tıpkı
böyle demişlerdi. ‘’ Nahl
Suresi 35. Ayet.
Mümin Suresi 58.
Ayet de şöyle
diyor : ‘’ Gören ile
görmeyen bir olmaz,
iman edip doğru
ve yararlı işler
yapanlar ile kötülük
işleyenler de bir
değildir. Bundan ne
kadar da az
ders çıkarıyorsunuz. ‘’ , ‘’
Allah’ın izni olmadıkça
insanın başına hiç
bir musibet gelmez.
O halde kim
Allah’a inanıyorsa kendi
kalbini bu hakikate
açmış olur ve
Allah her şeyi
bilendir. ‘’ Teğabün Suresi
11. Ayet. Kaderin
Allah tarafından belirlendiği
söylenen ayetlerin hepsinin
sonunda çoğunlukla hep
benzer ifadeler kullanılır.
Bilen, güçlü ve
hikmet sahibi ! Yani
Allah birinin rızkını
daraltıyor ya da
genişletiyorsa bunu o
kişi hakkındaki tüm
bilgileri bilerek yapıyor.
O kişinin tüm
niyet, arzu ve
eylemlerini, derin inançlarını
bilerek yapıyor. Ve
bunu da hiç
bir zaman hiç
bir kimseye haksızlık yapmadan
yapıyor. Nitekim Zelzele Suresi
7. Ve 8.
Ayetlerde : ‘’ Kim zerre
kadar iyilik yapmışsa
onun karşılığını görecek.
Kim de zerre
kadar kötülük yapmışsa
onun karşılığını görecektir.
‘’ diyor. İnsan, kendi
düşünce ve eylemlerinin
tam olarak farkına
varamadığı için başına
bir şey geldiğinde
bunun kendisi tarafından
oluşturulmuş, Kur’an tabiriyle
‘’ kendi eliyle ‘’ yapılmış
bir şey olduğunu
fark etmiyor. Neden ? Kendi
özüyle bütünleşemediği için,
kendi bilinç altıyla
bağını kurup, orada
olup bitenlerin farkına
varamadığı için. Farkına
varabilmenin en önemli
işareti ise dürüstlüktür,
yalan söylememek, gerçeği
nefsinden daha çok
sevmektir. Böyle olunca
o kişi daha
derinde var olan
Allah’ın yasalarının farkına
varır. Bu yasaların
en önemlisi Hak
ve Adalet yasasıdır.
‘’ Her kim
başkaları için harcar
ve Allah’a karşı
sorumluluk bilinci taşırsa,
nihai güzelliğin, iyiliğin
gerçekliğine inanırsa, işte
onun için nihai
huzur ve rahatlığa
giden yolu kolaylaştıracağız. Cimrilik
yapana ve kendi
kendine yeterli olduğunu
zannedene ve nihai
güzelliği, iyiliği yalanlayana
gelince, onun için
zorluğa ve sıkıntıya
giden yolu kolaylaştıracağız.‘’ Leyl Suresi
5. ..10. Ayetler. Burada
bir kimsenin zorluklara
uğramasının sebeplerinden biri
açıklanıyor. İşte o
kimse bu zorluğa
uğradığında bunun sebebini
anlayacak durumda olmayacağı
için ona verilecek
cevap ‘’ Allah istediğini
yapar! ‘’ olacaktır. Yani
o zaman o
kişiye onun mantığıyla
cevap verilir, ‘’ evet,
başına gelen her
şey Allah’ın takdiridir.’’
Ama bu söz
devamını şöyle getirdiğimizde tamamlanmış
olur ancak. ‘’ Bu
sonucu senin ellerinle
yapıp ettiklerin hazırladı.
Eylemlerinin Allah’ın evrensel
yasaları karşısındaki durumudur
bu sonuç. ‘’
‘’ Biz günahkarları sadece
sınayacağız, tıpkı ağaçtaki
meyveleri ertesi gün
kesinlikle toplayacağına yemin
eden bazı bahçe
sahiplerini sınadığımız gibi. Onlar Allah’ın
iradesi ile ilgili
hiç bir istisna
tanımıyorlardı. Bunun
üzerine, onlar uykudayken
Rabbinden gelen bir
salgın o bahçeyi sarmıştı ve
ertesi gün bütün bitkiler
sararıp kurumuştu. Sabah
erkenden kalktıklarında birbirlerine seslendiler : ‘ Meyve toplamak
istiyorsanız erkenden tarlanıza
gidin !’ Derken yola koyuldular,
giderken fısıldaşıyorlardı : ‘
Bugün hiç bir
yoksul, bahçeye girip
yanımıza sokulmayacak . ‘ Ve amaçlarına
ulaşmaya kararlı bir şekilde
erkenden kalkıp gittiler. Ama
bahçeye bakıp onu
tanınmaz halde görünce : ‘ Herhalde yolumuzu
şaşırmış olacağız ‘ diye
bağırdılar. Ve sonra
da : ‘ Hayır , galiba elimizden
çıkmış. ‘ dediler. Aralarında
en aklı selim
olanı : ‘ Ben size Allah’ın
sınırsız şanını yüceltmelisiniz demedim
mi ? ‘ diye sordu . Onlar: ‘ Rabbimizin şanı
yücedir ! Doğrusu biz zulüm
işliyorduk ! ‘ diye cevap verdiler.
Ve sonra birbirlerini
suçlamaya başladılar. Sonunda : ‘ Yazıklar olsun
bize ‘ dediler, ‘ Gerçekten
biz küstahça davranmıştık ! Ama
belki Rabbimiz yerine
daha iyisini bize
bağışlayacak. Biz de
ümitle O’na yöneleceğiz. ‘’ Kalem
Suresi 17. ….32. Ayetler.
Anlatılan kıssadaki kritik
cümle ‘’ bu gün
aranıza yoksullar sokulmasın ‘’ dır. Bu
cümle aynı zamanda
belanın sebebini de
açıklar. Demek ki,
kendi zenginliklerinden başkalarına
da vermemek , paylaşmamak,
onları düşünmemek Allah
katında bir cezayı
gerektiriyor. Bu durumda
bağlarının başına gelen
bu yıkımla kendi
davranışları arasında ilişki
kuruyorlar. Ve böylece
Allah’ın bu cezadaki
amacı yerine geliyor.
Öğretmek. Kendi yasasını
öğretmek. Bununla birlikte
eğer insan mutlu
ve huzurlu yaşamak
istiyorsa nelere dikkat
etmesi gerektiği konusunda
bilgilendirmek.
‘’ Hiç bütün bir
ahlaki değerler sistemini
( dini ) yalanlayan birisini
tasavvur edebilir misin ?
işte böyle biridir,
yetimi itip kakan,
yoksulu doyurma arzusu,
gayreti duymayan. Yazıklar
olsun şu namaz
kılıp duranlara. Onlar
ki namazlarına yabancıdır.
Onlar ki niyetleri
yalnızca görülüp takdir
edilmektir. Ve üstelik
onlar, insanlara en ufak
bir yardımı bile
reddederler. ‘’ Maun Suresi.
Demek ki yetimi
iten, yoksulu doyurmayan,
namazı gösteriş için
kılanların geleceklerine Yaratan
bir kader planı
yapıyor. Bu eylemlerinin
karşılığını onlara ödetmek
üzere. Bu durumda
öyle bir kişi,
sıkıntıya, belaya düştüğü
zaman, neden, diye
sorduğunda, bunun nedenini
anlayabilecek durumda değilse,
ona söylenecek en iyi cevap
yine aynı olacaktır : ‘’ Belayı da
iyiliği de veren
O’dur. ‘’
‘’ Hiç bir musibet,
daha önce buyruğumuzda
öngörülmüş olmadıkça ne
yeryüzünün ne de
sizin başınıza gelmez.
Şüphesiz bu Allah
için kolay bir
iştir.’’ Hadid Suresi
22. Ayet. Yani, yeryüzüne veya
bütün insanlığa yahut
münferit olarak herhangi
birinize. Yüce Allah
burada da kendi
yasalarından söz ediyor.
Yani insanların eylemleri
ve onların karşılıklarını belirleyen
yasalardan. Bakara Suresi
62. Ayette de
ne deniliyor : ‘’
Kuşkusuz bu ilahi
kelama iman edenler
ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve
Sabiilerden Allah’a ve
Ahiret Gününe inanmış,
doğru ve yararlı
işler yapmış olanların
tümü Rablerinden hak
ettikleri mükafatları alacaklardır.
Ve onlar ne
korkacak ne de
üzüleceklerdir. ‘’ İlginç bir
ayet. Bir kere
özellikle vurgulanan şey,
inanıp iyi şeyler
yapmak. Başka bir
deyişle iyi bir
iş yapmanın aslında
inanmanın en temel
ve şaşmaz bir
ölçüsü olduğu gerçeği.
İlgi çekici olan bir
başka şey de,
Allah etikete bakmıyor,
kimin ne olduğundan
çok ne yaptığıyla
ilgileniyor. Ona göre
hüküm veriyor, değer
veriyor ve ona
göre bir kader
belirliyor. Bu kader
de korku ve
üzüntünün yaşanmayacağı bir
kader oluyor. Yani
sevinç ve huzur
dolu bir yaşam.
Çünkü, gözle görülüp
elle tutulan somut
şeyler olmadıkları halde
ancak düşünen akıl
sahiplerinin ve arınmış
temiz bir kalbe
sahip olanların bileceği
gerçeğin , yani Allah’a
ve Ahiret Gününe
inanmanın gerçek ölçüsü
iyi işler yapmaktır,
iyilik yapmaktır.
‘’ Ey İsrail oğulları.
Sizden bir zaman
şu konularda kesin
taahhüt almıştık ; Allah’tan
başkasına kulluk etmeyeceksiniz, akraba
ve ebeveyninize, yetimlere
ve fakirlere iyilik
yapacaksınız. Bütün insanlarla
güzellikle konuşacaksınız, namazlarınızda dikkatli
ve devamlı olacaksınız
ve karşılıksız yardımda
bulunacaksınız. Ama birkaçınız
dışında bu sözünüzden
döndünüz. Zaten siz,
inatçı, isyankar bir
toplumsunuz ! ‘’ Bakara Suresi
83. Ayet.
‘’ Gerçek erdemlilik,
yüzünüzü doğuya veya
batıya çevirmeniz ile
ilgili değildir. Ama
gerçek erdem sahibi,
Allah’a, Ahiret Gününe,
Meleklere, Vahye ve
Peygamberlere inanan, servetini
akrabasına, yetimlere, ihtiyaç
sahiplerine, yolculara, yardım
isteyenlere ve insanları
kölelikten kurtarmaya harcayan,
namazında devamlı ve
dikkatli olan ve
arındırıcı mali yükümlülüğünü
ifa eden kişidir.
Ve gerçek erdem
sahipleri söz verdiklerinde
sözlerini tutan, felaket,
zorluk ve sıkıntı
anlarında sabredenlerdir. İşte
onlardır sadakatlerini
gösterenler ve işte
onlardır Allah’a karşı
sorumluluk bilinci içinde
olanlar. ‘’ Bakara Suresi
177. Ayet.
‘’ Onlar, Allah’a
ve Ahiret Gününe
inanırlar, doğru olanı
emreder, eğri olandan
alıkoyarlar ve hayırlı
işlerde birbirleriyle yarışırlar.
İşte bunlar dürüst
ve erdemli kimselerdir.’’ Al’i
İmran Suresi 114.
Ayet.
‘’
Onlar ki, hem
bolluk, hem de
darlık zamanında Allah
yolunda harcarlar. Öfkelerini
kontrol altında tutarlar
ve insanları affederler.
Çünkü Allah iyilik
yapanları sever. ‘’ Al’i
İmran Suresi 134.
Ayet.
Kur’an’da sık
sık tekrarlanır bu
cümle, ‘’ İnanıp iyi
işler yapanlar ‘’ Cennete
girmenin de ölçüsü
budur, Müslüman olmanın
da. Çünkü inanan
insanın inanmışlığının ölçütü
iyilik yapmaktır. Yoksa
öyle ‘’ Ben inanan
bir kişiyim ‘’ diye
gerine gerine dolaşanlar,
bir üretimleri, kayda
geçmiş iyi işleri
yoksa, bu gururları
boşa olur. Yolda
kalmışa, fakire, yetime,
muhtaç olana yardım
etmek bu bakımdan
önemlidir. İnsana bencilliğini
aşma imkanı verir.
Güçlüye, zengine, itibar
ve iktidar sahibine
yardım ettiğinizde, onun
size bu iyiliğinizin
karşılığını fazlasıyla geri
vereceğini bilirsiniz. Asıl
değerli olan, bu
iyiliğinize karşılık veremeyecek
olan birine yaptığınız
yardımdır. Aslında iyilik,
bir insanın kendisini
gerçekleştirme biçimidir. Bir
ağaç nasıl meyve
veriyorsa, insan da
iyilik yapmalı. İnanç,
inanmak ne oluyor
bu noktada ; Kur’an
bunu açıkça belirtmiş ;
‘’ Allah’ın varlığına ve
birliğine ve öldükten
sonra dirileceğimize inanmak.
Ve iyiliğin ve
kötülüğün dönücü olduğuna
inanmak. ‘’ Allah’ın birliğine
inanmak sadece bir
tek olduğuna inanmakla
kalmamalı , bir olan
Allah’ın çevresinde birlik
içinde olmamız gerektiği
bilincine sahip olmaktır.
Yoksa ‘’ La ilahe
illallah ‘’ cümlesinin manasını
hiç düşünmeden putperestlerin yaptığı
gibi defalarca tekrar
etmek değil. Biz
bile şu insan
halimizle bir insanı
değerlendirirken, o kişinin
söylediğinden çok yaptığına
bakıyorsak, Allah, kişinin
ağzından çıkan sözlerden
çok yaptıklarına bakma
kudretine sahip değil
midir . Anlamını düşünmeden
böyle kelimeleri öylesine
boş boş tekrar
eden, Allah’ın her
şeyi hakkıyla işittiğini
ve bildiğini inkar
etmiş olmuyor mu ?
Allah sürekli olarak
biz insanların inançlarını
sınıyor. Darda kalınca,
zorda kalınca, sıkıntı
ve afet zamanlarında.
Dinin yüzeysel anlamlarından
yola çıkarak, sadece
emir ve yasaklarını
uygulayanlar, dinin özünü
yaşayanları pek anlamıyorlar.
Allah emaneti insanlara
verdi ama insanların
çoğunun bu emanetten
ödü kopuyor. Ancak
bu emanetten uzak
durdukça insan aslında
kendisine zulmetmiş oluyor.
Bu yüzden başı
dertten kurtulmuyor, hayatı
acı ve sorunlarla
doluyor.
Allah’ın vahyini
çıkar karşılığı değiştirenler, gizleyenler,
onu ölüler kitabı,
fal aracı yapanlar
insanların sadece bir
kaçını değil, binlercesini
ve bir neslin
değil, nesillerin gerçek
bilgiden mahrum edilmesine
sebep oluyorlar. Bu
yüzden de o
kişilerin veballeri çok
büyüktür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder