KEHF SURESİ 60 – 82. AYETLER
Hani Musa beraberindeki
gence şöyle demişti:
‘’İki denizin birleştiği
yere kadar yoluma
devam edeceğim, bu
yolda uzun yıllar
harcamam gerekse bile! ‘’
Fakat iki denizin
birleştiği yere vardıklarında
balıkları bütünüyle akıllarından
çıktı ve balık
denize dalıp gözden
kayboldu. / Denizde kendisine
bir yol buldu.
Oradan uzaklaştıktan
sonra Musa beraberindeki
gence: ‘’ Öğlen
azığımızı çıkar. ’’ dedi,
‘’ Doğrusu, bu yolculuk
bizi bir hayli
yordu! ‘’ Genç; ‘’ Olacak
şey mi bu? ‘’
dedi, ‘’ O kıyının
yanında dinlenmek için durduğumuzda, nasıl
olduysa balığı unutmuşum.
Bunu olsa olsa
bana şeytan unutturmuş
olacak! Tuhaf şey,
balık nasıl da
yol bulup suya
ulaştı.‘’ Musa heyecanla,
‘’ Demek aradığımız yer
orasıydı! ‘’ diye bağırdı.
Bunun üzerine izleri
üzerine / izlerini takip ederek
gerisin geriye döndüler.
Ve orada kullarımızdan
bir kul buldular
ki, biz ona
katımızdan bir rahmet
vermiş, üstün bir
bağışta bulunarak bir
bilgiyle, ilimle donatmıştık.
Musa ona,
‘’ Neyin doğru olduğu
konusunda sana verilen
bilgiden bana da
öğretmen için senin
peşinden gelebilir miyim? ‘’
dedi. Adam; ‘’ Sen
benimle birlikteyken olacak
olanlara katlanamazsın, sen
benimle birlikteliğe asla
sabredemezsin. ‘’ dedi. ‘’ Çünkü
iç yüzünü kavrayamadığın bir
şeye nasıl sabredebilirsin? ‘’ Musa, ‘’ İnşallah / Allah dilerse,
beni sabırlı biri
olarak bulacaksın ve
ben hiç bir
konuda sana uyumsuzluk
göstermeyeceğim. Hiç bir
işte sana karşı
gelmeyeceğim. ‘’ dedi. O
da şöyle dedi; ‘’ Pekala, o
halde eğer benim
peşimden geleceksen yapacağım
şeyler hakkında, bu
hususta ben sana
bir açıklamada bulununcaya
kadar bana hiç
bir şey sormayacaksın. ‘’
İkisi böylece
yola koyuldular, sonunda
bir kıyıya vardılar
ve onları karşı
kıyıya taşıyan tekneden
inecekleri zaman, bilge
kişi teknede bir
delik açtı. Musa
bunu görünce ‘’İçindekileri boğmak
için mi onu
deldin? Doğrusu çok
vahim, şaşılacak bir
şey yaptın! ‘’ diye
çıkıştı.
Adam, ‘’ Ben
sana, benimle beraberliğe
asla katlanamayacağını söylememiş
miydim? ‘’ dedi. Musa,
‘’ Kendimi kaybettiğim / unuttuğum
için beni paylama
ve beni yaptığım
işten dolayı zora
koşma, güçlük çıkarma. ‘’
dedi. Yine yola
koyuldular. Nihayet bir
erkek çocuğuyla karşılaştıklarında adam
hemen onu öldürdü.
Musa bunu görünce; ‘’ Bir başka
cana karşılık olmaksızın
masum bir cana
kıydın, öyle mi? Gerçekten çok
korkunç bir iş
yaptın sen! ‘’ diye çıkıştı.
Adam, ‘’ Ben sana,
benimle beraberliğe asla
katlanamayacağını söylememiş miydim? ‘’
dedi. Musa, ‘’ Bundan
böyle sana bir
şey hakkında soru
sorarsam artık benimle
arkadaşlık yapmazsın.
Çünkü artık benden
yana yeterince özür
işittin. ‘’ dedi.
Bunun üzerine
yeniden yola koyuldular.
Derken, bir kasaba
halkıyla karşılaştılar. Onlardan
yiyecek bir şey
istediler, ama bu
ahali onlara konukseverce
davranmaya hiç yanaşmadı.
Derken, orada yıkılmaya
yüz tutmuş bir
duvar gördüler. Adam,
hemen o duvarı onarıverdi. Musa
bunu görünce; ‘’ Eğer
dileseydin, hiç değilse
yaptığın bu iş
için bir ücret
alabilirdin. ‘’ dedi. Adam,
‘’ İşte böylece seninle
yol ayrımına gelmiş
olduk.’’ dedi. ‘’ Şimdi
sana, sabır gösteremediğin bütün
o olayların iç
yüzünü anlatacağım.’’
‘’ O tekne,
geçimini denizden sağlayan
yoksul insanlara aitti.
Ona hasar vermek
istedim, çünkü peşlerinde
her sağlam tekneye
zorla el koyan
bir hükümdar olduğunu
biliyordum. O genç
adam da, ki
anası babası mümin kimselerdi, taşkınlıkları
ve inkarcı eğilimleriyle
onlara çok derin
acılar vereceği, onları
azgınlığa ve küfre
sürükleyebileceği yolunda kaygı
verici belirtiler görmüştük.
Onu öldürürken Rablerinin
o ana-babaya onun
yerine ondan daha
temiz karakterli ve
merhamette ondan daha
ileri başka bir
çocuk vermesini istedik.
Ve duvara gelince,
duvar o kasabada
yaşayan iki yetim
oğlan çocuğuna aitti
ve altında ( hukuken )
onların olan bir
hazine gömülüydü. Onların babası
dürüst ve erdemli
biriydi, bunun içindir
ki, Rabbin onların
ergenlik çağına eriştiklerinde o
hazineyi Rabbinden bir
bağış olarak kazıp
çıkarmalarını irade etti.
Ben bütün bunları
kendiliğimden, kendi görüşüme
göre yapmadım. İşte
senin sabır göstermediğin
bu olayların gerçek
anlamı / iç yüzü
budur. ‘’
Bu
bir sayfalık kıssadan
bir kitaplık hisse
çıkartmış Nilüfer Dinç.
Onun bu kitabından
bazı şeyleri çıkararak,
bazı şeyleri de
ekleyerek kendi görüşlerime
daha yakın bir
yazı çıkarmaya çalışacağım.
Bir
rivayete göre Hz.
Musa, bir keresinde,
insanların en bilgesi
olduğunu iddia ettiği
için Allah tarafından
azarlanmış ve kendisine
vahiy yoluyla, ‘’ iki
denizin birleştiği yerde ‘’
yaşayan bir Allah
kulunun kendisinden daha
bilge olduğu bildirilmişti. Hz. Musa
bu adamı bulmak
yönünde ısrarlı bir
istek gösterince, Allah
da ona bir
sepete balık koymasını
ve balık kayboluncaya
kadar yoluna devam
etmesini emretti. Balığın
kaybolması amaca erişildiğinin işareti
olacaktı. Şüphe yok
ki bu rivayet,
bizim Kur’an kıssamıza
temsili bir giriş
niteliğindedir. Hem Kur’an’da,
hem de rivayetlerde
geçen bu balık
imajı, mümkündür ki,
mutlak bilgiyi, yahut
ebedi hayatı simgeleyen
eski bir dini
sembol olsa gerektir.
İki denizin birleştiği yer ifadesine
gelince iki denizin
iki tür bilgi
kaynağını ya da
bilgi akışını yani
harici olay ve
olgulara ilişkin gözlem
ve muhakemeler yoluyla
elde edilen zahiri
bilgi ( duyularla algılanan,
akıl ve muhakemeyle
varılan bilgi ) ile
mistik sezgi ve
müşahedeler yoluyla elde
edilen batıni bilgiyi,
yani görünmeyen gizli
bilgi, açığa çıkması
için özel bir
eğitim ve sabrı
gerektiren bilgiyi simgelediği
söylenebilir. Bu görüşe
göre Hz. Musa’nın
arayışının gerçek amacı bu
iki tür
bilginin buluştuğu sınıra
varmaktan ibarettir. Gerçekten
de ölü balığın
dirilip kaçtığı, can
veren bu yeri
coğrafi bir mekan
olarak kabul etmek
ne derece yeterli
olur? Orası insanın
daralmış şuurunun ötesine
çıktığı, diğer anlamda
yeniden doğduğu özel
idrak alanıdır.
‘’ Gördün mü!
Kayaya sığındığımız sırada
balığı unutmuşum.’’ Kaya,
taş sembolü Kur’an’da
başka yerlerde de
kullanılmıştır. ‘’ Sonra
bunun ardından kalpleriniz
yine katılaştı, taş
gibi hatta daha
katı oldu. Çünkü
taş vardır ki,
içinden ırmaklar fışkırır.
Taş vardır ki
yarılır da içinden
sular çıkar. Taş
da vardır ki,
Allah korkusuyla yerinden
kopup düşer. Allah
yaptıklarınızdan hiç bir zaman
habersiz değildir.’’ Bakara
suresi 74. Ayet.
Onların bu sembolik
balığı unutmaları, muhtemelen,
insanın sık sık
bilgi ve hayatın
nihai kaynağının Allah
olduğu gerçeğini unutmasını,
yani kalplerinin taşlaşmasını
ifade eden bir
ima olması muhtemeldir.
‘’
Oradan uzaklaştıklarında Musa
beraberindeki gence ‘ öğlen
yemeğimizi getir, bu
yolculuğumuzdan dolayı çok
yorgun düştük ‘ dedi.’’
Hz. Musa aradıkları
yeri geçtikten sonra
yorgunluk duyar. Aradıkları
yeri geçmelerinin ardından
Hz. Musa’nın yorgunluk
hissetmesi, fiziksel yorgunluğun
ve açlığın ötesinde
bir durumdur. Hz.
Muhammed, ‘’ Hz. Musa,
kendisine emredilen yeri
geçinceye kadar sıkıntıya
düşmemişti. ‘’ açıklamasında bulunmuştur.
Burada gözden kaçırılmaması
gereken iki nokta
var. Birincisi, planın
dışına çıkıldığında yaşanan
ruhsal ıstıraptır. Acı
ve ıstırabın insanın
uyanmasına, farkındalığa ulaşmasına
yönelik fonksiyonunu düşünürsek,
Hz. Musa da
ancak yorgunluk ve
açlığının yönlendirmesiyle daha
önce fark etmediği
noktaya geri döner.
Hakikat yolunda ilerlerken
yolun üstündeki taşlar,
engeller planın dışına
çıkmış olduğunu fark
etmeyen arayış yolundaki
kişiye bir uyaran,
diğer anlamda bir
yol gösterendir.
Unutmamak gerekir
ki, insana taşıyabileceğinden daha
ağır bir yük
verilmemiştir. ‘’ Allah
hiç kimseye taşıyabileceğinden daha
fazlasını yüklemez.’’ Bakara Suresi
286. Ayet. Hiçbir
varlığın planını altüst edici
nitelikte bir ıstırapla
karşılaşmayacağı, bunu karşılayabilecek bir
içsel gücün herkeste
mevcut olduğu bilgisini
hatırdan çıkarmamak gerekir.
Hz. Musa da
ufak bir uyaranla
planın dışına çıktığını
fark eder ve
geri döner. Planın
dışına çıkışın sonucu
hissedilen yorgunluk, fiziksel
bir uyaran olarak
değerlendirilebileceği gibi, ruhsal
bir sıkıntı olarak
da yorumlanabilir. Buna
göre ikinci yorum da
zahiri bilgiyle hareket
eden Hz. Musa’nın,
batıni bilgiyle karşılaştığında yaşadığı
sıkıntı ve yorgunluktur.
Şeriat bilgisiyle batıni
yolda ilerlemek mümkün
değildir. Allah’tan gelen
aracısız bir akış
olan bu bilgiyle
bütünleşmek özel bir
yetenek ve çabayı
gerektirir.
‘’ Doğrusu onu
sana söylememi bana
ancak şeytan unutturdu.’’
Şeytan dünya üzerindeki
negatif tesir planlarını
ifade eder. İnsanın
kendisinin yarattığı negatif
düşünce formları da
buna dahildir. Negatif
düşünceler yoğunlaştığında bunlar
adeta bir varlık
gibi insan üzerinde
etkileşimde bulunur. Yuşa’nın
ifadesinde görüldüğü gibi
şeytanın Allah’ın iradesi
içerisinde kalarak, insanı
aldatma, yanılgıya düşürme,
geriletme, unutturma gibi
fonksiyonları bulunur. Şeytanın
bu fonksiyonları Kur’an’da
pek çok kereler
ifade edilmiştir. ‘’
Şayet şeytan sana
unutturursa, hatırladıktan sonra
kalk, o zalimler
grubu ile beraber
oturma. ‘’ En’am Suresi
68. Ayet. Şeytanın
gücü sınırlı olmasına
rağmen ( Şüphesiz şeytanın
hilesi zayıftır. Nisa
Suresi 76. Ayet )
insan sahip olduğu
ilahiliği unuttuğunda onun
tesiri altına girer.
Şeytanın insana yolu
şaşırtması, baştan çıkarması,
unutuşa sürüklemesi ve
insanı düştüğü gaflet
anında etkisine alması
bir aradadır. Bu
olayda da şeytan
Musa peygamberin batıni
bilgiye ulaşmasını engellemek
için yanındaki kişinin
unutmasını sağlamış, gerçeği
arayışlarına engel olmak
istemiştir. İnsanın unutan
bir varlık olduğu Kur’an’da
pek çok kez
dile getirilmiştir. Burada
unutulan şeyin balık
olması da dikkate
değerdir.
İnsan özü
itibariyle ezelden sahip
olduğu bilgiyi dünyaya
gelirken bedenleşmeyle beraber
yaşadığı daralmanın sonucu unutmuştur.
Ancak varlığının derinliklerinde bu
bilgi ( balık ) gömülüdür.
İki denizin birleştiği
yere varınca yani
özüyle bağlantı kurunca
bu bilgi canlanır.
Birey, hakikatle temas
etmeye, aslına kavuşmaya
niyet ettiğinde o kapı açılır,
balık suya giden
yolu bulur. Görünenin
bilgisi, akıl yürütmeyle
elde edilebilen bilgi
insanı ancak bir
yere kadar getirebilir,
oradan sonra ölü
balık gibi insanı
diriltecek ( uyandıracak ) mana
denizine girmek gerekir.
Kur’an’da bir çok
yerde aklın önemi
vurgulanır, yola akılla,
muhakemeyle irtibatlı zahiri
bilgiyle çıkılır. Yolun
başlangıcı gösterilir ancak
aklı, bilgiyi kullanmak
gelişim yolunda ne
kadar gerekliyse de
sıra deneyüstü ( müteal )
olana geldiğinde yetersiz
kalacağı aşikardır. Mevlana
bu hakikati çok
güzel dile getirmiştir:
‘’ At ve üzengi,
deniz kıyısına kadar
gider. Ondan sonra
tahtadan at gerek.
Aklın seni padişah
( Allah ) kapısına getirinceye
kadar iyidir, aranır
ve istenir. Fakat,
kapıya geldiğin zaman
sen onu boşa.
Çünkü, o artık
senin için zararlıdır.
Yolunu keser. O’na
ulaşınca kendini bırak,
artık senin nedenle,
niçin ile ilgin
kalmamıştır.’’
Musa, ‘’ İşte
aradığımız bu idi.’’
dedi. ‘’ Bunun üzerine tekrar
izlerini takip ederek
gerisin geri döndüler.’’
Aradıkları yeri
geçtiklerinin farkına vardıktan
sonra izleri takip
ederek geri dönmeleri
yolculuklarında bir iz
bırakarak ilerlediklerinin ifadesidir.
İz bırakmak hakikat
yolundaki sonsuz yolculukta
yolu kaybetmemenin anahtarıdır.
Sonsuz yolculukta her
iz, bir sonrakine
ışık tutmuş, yolunu
kaybedenlere, yeniden başlamak
isteyenlere bir adım
olmuştur. Bu sebeple
kendini bilme, hakikat
yolunda daha öncekilerin
bıraktıkları izler hem
yolun seyrini, bulunduğu
aşamayı takip edebilme
hem de her
şeyi en başından
deneyimleyerek ilerlemek yerine
bu yolda yürüyenlerin,
yol açıcıların bilgi
ve tecrübelerinden yararlanmak
açısından çok değerlidir.
‘’ Samiri onlar
için, böğürmesi olan
bir buzağı heykeli
çıkardı. Dediler ki; ‘ Bu
hem sizin hem
de Musa’nın tanrısıdır.
Ama Musa unuttu.’’
Musa dedi: ‘’ Senin
derdin neydi ey
Samiri? ‘’ Samiri dedi: ‘’ Onların
görmediklerini gördüm. Resul’ün
izinden bir avuç
avuçladım da onu
attım. Nefsim bana
böylesini hoş gösterdi. ‘’
( Taha Suresi
88.95.96. Ayetler ) ‘’ Resulün
izinden bir avuç ‘’
yani öğretisinden bir
tutam, ya da,
onun bir kısmını
aldım ve onu
öğretisinin muhtevasından çıkarıp
attım. Samirinin Hz.
Musa’nın öğretisinden bir
kısmını reddetmesi, ya
da sadece bir kısmını
kabul etmesi, Samirinin
putperestliğe ve Allah’tan
başka nesnelere ya
da varlıklara tanrısal
nitelikler yakıştırmaya ilişkin
eğilimlerini açığa vurmaktadır.
‘’ Derken kullarımızdan
bir kul buldular
ki, biz ona katımızdan
bir rahmet vermiş,
kendisine tarafımızdan bir
ilim öğretmiştik. ‘’ Kur’an,
Musa peygamberin buluştuğu
kulun adını açıklamamış
‘’ kullarımızdan bir kul ‘’
ifadesini kullanmıştır. Hadislerde
bu esrarlı bilge
kişiden ‘’Yeşil Adam ‘’
anlamında ‘’ el-Hazir ya da el-Hızr ‘’
olarak bahsedilmektedir. Bu,
öyle görünüyor ki
bir isimden çok
bir sıfat, bir
lakaptır ve bir
kişiye izafe edilen
bilgi ve hikmetin
her zaman yeni,
her zaman geçerli
olduğunu ifade etmektedir.
Bu husus, bizim
bu kişinin şahsında,
insan için varılması
mümkün derinlikte kavrayış
ve tecrübenin son
derece derin olduğunu
simgeleyen temsili bir
kişilik ile karşı
karşıya olduğumuzu teyit
etmektedir. Kullarımızdan bir
kul ifadesi, bu
derin bilgiye vakıf
varlıkların sayısının bir
hayli olduğuna işaret
etmektedir Buna göre
her devirde her
zaman bu özel
bilgi ile donatılmış
varlıklar hakikat arayışçılarına rehber
olmuştur. Ayrıca isim
verilmemiş olması da bu kişiden
ziyade sıfatın öne
çıkmasının istendiğinin göstergesidir. Hızır’ın
yaptığı hareketlerin nedenlerini
açıkladıktan sonra ‘’ Bunları
ben kendi görüşüme
göre yapmadım ‘’ sözü
de göksel bağını
ifade eder. Bu
kişinin kimliğinin saklı
tutulmasının diğer bir
nedeni de bunun,
peygamberlerin getirdiği gibi
herkese açık ve
davet eden bir
bilgi değil sadece
bu konuda arayışı
olan kimselere yönelik
olmasıdır.
Musa
ona, ‘’ Sana öğretilen
bilgilerden bana, doğruya
iletici bir bilgi
öğretmen için sana
tabi olayım mı ? ‘’
dedi.
Peygamberlik en
üst makam kabul
edilirken nasıl olur
da bir kul
ona ilim öğretebilir?
Ama aslında bir
peygamberin bile bilgi
arayışını bırakmaması insanlara
verilebilecek en önemli
mesajlardan biridir. İnsanın
sahip olduğu bilginin
her zaman bir
üstünün var olacağı
Kur’an’da açıkça dile
getirilmiştir. ‘’ Biz
dilediğimiz kimsenin derecelerini
yükseltiriz. Her ilim
sahibinin üstünde daha
iyi bir bilen
vardır. ‘’ ( Yusuf Suresi
76. Ayet )
Başı sonu
olmayan bilgiye tümüyle
erişmeyi beklemenin bir
hayalden öteye gitmeyeceği
açıktır. Kıssada buna
sahip olmak için
peygamberliğin de yetmeyebileceği vurgulanmıştır. Her
şeyin olduğu gibi
bilginin de tekamül
yolunda pozitif yönü
olduğu gibi negatif
yönü de vardır.
Burada kastedilen bilgi,
sadece bir bilgi
hamallığı yaratan bilgi
değildir. Bu uykuyu
daha da derinleştirir. Sadece
uygulanan bilgi bir
şuur genişlemesine sebep
olabilir. Yalnızca zihinsel
bir doyuma ulaştıran
bilgi, teoride kalmış
olmanın ötesinde varlığa
da bir zaman
sonra yük olacaktır.
O yüzden derece
derece ilerlemenin önemi
burada karşımıza çıkar.
Bilgiyi sindire sindire,
hayatın içinde yaşayarak
ilerlemeyle ancak bir
üst idrak alanına
çıkmak mümkün olabilir.
Derece derece ilerleme,
varlığın aldığı bilgilerin
uygulamasını yapabilmek için
gerekli sentez ve
analiz zamanını sağlayan
bir yasadır. İster
edinim yoluyla olsun,
ister içimizin derinliklerinden farkındalık
alanımıza taşan bir
ilham, sezgi olsun
her türlü bilgi
ve anlayışın yolculuğunda
kısa bir dinlenme
yeri olduğunu unutmamak
gerekir. Bilginin sonsuzluğunun
diğer bir yönü
de batıni – zahiri mananın
varolmasıdır. Batıni mananın
varlığı zahirinin değerini
azaltmayacağı gibi bunlar
durum ve zamana
göre de yer
değiştirir. İnsanın tekamülüyle
birlikte her devrin
zahiri manasının çapı
da artacaktır. Aynı
zamanda bir batini
mana daha derin
bir anlayışa ulaşmış
bir kişi için
zahiri olacaktır. İbrahim
Halveti bu konuyu
özetleyen şöyle bir
benzetme yapmıştır: ‘’ Elimize
aldığımız soğanın dışındaki
kabuk zahir, onun
altındaki batındır. Üst
kabuğu soyduğumuzda onun
altındaki zahir olacak,
batın vasfı daha
da alttaki kabuğa
intikal edecektir. Bu
hal, soymayı devam
ettiğimiz sürece uzar
gider. ‘’ işte kainattaki
zahir – batın olayı da
böylesine izafi bir
karakter taşır.
Diğer önemli
bir nokta da
bu kulun Musa
peygamber dahil hiç
kimse tarafından bilinmemesidir. Bilginin
kimde olduğu görünüşe,
zamana, mekana göre
değerlendirildiğinde
yanıltıcı olabileceği çok
açıktır. Musa peygamberin
Hızır’dan haberi ancak
bir soru neticesinde
olmuştur. Ama Hızır’ın
Hz. Musa’dan haberi
vardır. Yukarının eli
her zaman yeryüzündedir, ancak
Yukarısı perdeyi kaldırmalıdır
ki Hz. Musa’nın
haberi olsun.
Adam şöyle
dedi; ‘’ Doğrusu sen
benimle beraberliğe asla
sabredemezsin. İç yüzünü
kavrayamadığın bir şeye
nasıl sabredebilirsin? ‘’
Sabır, kelime
anlamı olarak haksız
ve üzücü bir
duruma karşı tahammül
gösterme ya da
bir şeyin olmasını
telaş göstermeden bekleme
demektir. Ancak burada
Hz. Musa’dan kelime
anlamının ötesinde bir
sabır beklendiğini görüyoruz.
Sabır gösterebilmek için
anlayabilme, onaylayabilme ihtiyacı
hissediyor Hz. Musa.
Oysa burada asla
anlaşılamayan hatta mantık
dışı, etik olmayan
şeylere karşı bir
sabır gösterilmesi bekleniyor.
Sabır bir dış
baskıya karşı tevekkül
diyebileceğimiz bir duruştur.
En basit ifadeyle
bize acı, kötü,
adaletsiz gelenin bir
üst plandaki görünümünün
bambaşka olduğu bilgisine
vakıf olmayı gerektirir.
Basit bir teslim oluş
ya da kadere
razı oluştan öte
şuurlu bir sabırla
yürümesi gerekiyor Hz.
Musa’nın.
Sabrın ancak
insan nefsinin üstüne
çıkabildiği noktada mümkün
olabileceği, Kur’an’da da
dile getirilmiştir.
‘’ Şüphesiz insan
çok hırslı ve
sabırsız olarak yaratılmıştır.’’ ( Mearic Suresi
19. Ayet ) Sabrın
sadece bir dayanma
gücü, bağrına taş
basma ya da
oluruna bırakma olmadığının
diğer bir ifadesi
de de Enfal Suresi
66. Ayette karşımıza
çıkar; ‘‘Allah sabredenlerle
beraberdir.’’ Yaratılışından
dolayı sabırsız olan
insan ancak bilgiyle,
kendi üzerinde çalışmasıyla,
hakikati arayışla buna
ulaşabilir ve ‘’ Allah’ın
onunla beraber olması ‘’
bu yolda ruhsal
yardımın yanında olacağını
ifade eder.
Hz.
Musa da algı
ve tasavvurunun ötesindeki
olguları tam anlamıyla
kavrayamaz ve nefsine
hakimiyetini kaybederek sabırsızlık
gösterir. Razi’ye göre
Hz. Musa gibi
bir peygamberin bile eşyanın nihai
gerçeğini bütünüyle kavrayamadığına ve
daha genel bir
ifadeyle, insanın olağan
koşullarda daha önce
tecrübe ve müşahede
etmediği türden bir
olguyla karşılaştığında içine
düştüğü itidal ve
kavrayış eksikliğine işaret
edilmektedir. ‘’ Tecrübe olarak
kuşatamayacağın, iç yüzünü
kavrayamayacağın şeye nasıl
sabredebilirsin? ‘’ ayeti, Hz.
Musa’nın sonraki tecrübelerinden de
anlaşılacağı gibi görünüşle
gerçekliğin her zaman
çakışmadığını ima etmekte
ve bunun da
ötesinde ince bir
üslupla, insanın kendi
entelektüel / zihni tecrübelerinde en
azından öğeleri, unsurları
itibarıyla, bir eşdeğeri,
bir karşılığı olmayan
şeyleri bütün gerçeğiyle
hiç bir zaman
kavrayamayacağı, gözünde canlandıramayacağı yolundaki
derin gerçeği dile
getirmektedir. Kur’an’ın insanın
algı ve tasavvur
alanının ötesinde kalan
hususlarda (gayb) mesajını mecaz
ve temsillerle ifade
etmesi de bu
yüzdendir.
Hızır yolculuğun
sonunda kötü görünen
hareketlerinin arkasındaki gerçeği
açıklar ancak bunu
yaparken yine zahiri
anlamı kullanır. Buradan
hareketle yolculukta Hızır’ın
kötü görünen şeyleri
iyiye çevirdiği ya da sonuçları
kötü olacağı için olaylara müdahale
ettiği yönünde değerlendirmek doyurucu
bir açıklama olabilir
mi? En vurucu
öğe gibi görünen,
genci öldürmesine gerekçe
olarak ileride ailesine
yaşatacağı sıkıntıların önüne
geçme açıklaması ele
alındığında, bir bakış
açısıyla Hızır’ın hata
düzelttiğini düşünmemiz gerekir.
Buradan da o
çocuğun hiç dünyaya
gelmemesinin daha doğru
olacağı itirazı çıkar ki, bu
da bu bakış
açısının doğal sonucudur.
O zaman bunun
üzerinde biraz daha düşünmek gerekir.
Hızır sadece
kritik anlarda, olağanüstü
durumlarda ortaya çıkıp
olaylara müdahale etmiyor.
O bir ilkeyi,
evrensel bir yasayı
temsil ediyor. Hızır
aslında dünyadaki işlerin
nasıl ve niye
meydana geldiğinin küçük
bir örneklemesini yaşatıyor
Hz. Musa’ya. Bu
her zaman fiziksel
bir bedenle ortaya
çıkıp olayların gidişatına
müdahale değil, bizzat
olayların oluş yöntemidir.
Yani o bizim
iyi, kötü, mutluluk,
ıstırap veren diye olayların içine
gömüldüğümüz, sadece akıl,
duygu, ahlak çerçevesinden
baktığımız şeylerin arka
planından küçük bir
kesit sunarak yasanın
nasıl işlediğini anlatır
bizlere. Burada başka
önemli bir noktayı
da dikkate almak
gerekir. İyi – kötü, ıstırap – mutluluk şeklinde
değerlendirdiğimiz olguların bir
mizansenden ibaret olduğu
gerçeği. Aslında Hz.
Musa’dan beklenen Hızır’ın
sahip olduğu bir
sebep – sonuç ilişkisi bilgisine
erişmesi değildir.
O
da şöyle dedi;
‘’ O halde eğer
bana tabi olacaksan
ben sana söylemedikçe hiç
bir şey hakkında
bana soru sormayacaksın. ‘’
Bilgiye ulaşmanın,
öğrenmenin yolu öncelikle
soru sormaktan geçtiği
halde Hızır, ilmini
öğretmek için Hz.
Musa’ya ‘’ soru sormaması ‘’
şartını koşar. Hz. Musa
burada öğrenme yolundaki
önemli derslerden biriyle
karşılaşır. Allah ve
Allah’ın ilmi ile
ilgili olan bilgi
salt akılla öğrenilen
bir bilgi olmadığı
için, soru sormak,
irdelemek hakikatten uzaklaştıracaktır. Bu
bilgi bizzat hayat
yolculuğu içinde sabırla,
yaşayarak öğrenilmesi gereken
bir bilgidir. Hızır’ın
ben sana açıklayıncaya
kadar sorma diyerek
Musa Peygambere sabrı
telkin etmesi, zihinle,
akılla kavranamayacak bu
bilgiyi ancak yaşayarak
öğrenebilmesi için bir
zamana ihtiyacı olduğunu
da ifade eder. Bilginin hazmedilmesi
için zamana ihtiyaç
vardır. Bu suretle
zihnin tek düze,
sıradan yorumlardan kaçınması
gerekir. Zihni çıkarımlar,
yargılarda bulunmak, felsefi
tartışmalarla oyalanmak en
büyük engellerdendir. Bilgi
ve farkındalığın çok
ötesine geçilmesi durumlarında
bu duruma uyum
sağlanamayabilir ve bu da öğretim
sürecinin sonlanmasına neden
olur. Hızır ile
Musa peygamberin ayrılması
da bu nedenle
meydana gelmiştir. Zamansız
verilen bilgi yarardan
çok zarar getirebilir,
hakikat yolunun başındaki
biri için sarsıcı,
belki de yoldan
çıkarıcı mahiyette bir
deneyim olabilir.
O
genç adamda, ki
anası babası mümin
kimselerdi, taşkınlıkları ve
inkarcı eğilimleriyle onlara
çok derin acılar
vereceği yolunda kaygı
verici belirtiler görmüştük.
Onu öldürürken Rablerinin
o ana-babaya onun
yerine ondan daha
temiz karakterli ve
merhamette ondan daha
ileri başka bir
çocuk vermesini istedik. Ben
bütün bunları kendiliğimden
yapmadım.’’
Yani oğlan
günahsız değildi, anasını-babasını da
inkar ve azgınlığın
kuşatması altına almak
üzere idi. Bilge
kişinin ifade ettiği
kaygı verici belirtiler
yoluyla yahut iş
sezgi yoluyla varılmış
pozitif bilgiyle eş
anlamlıdır. Oğlan inkar
ve azgınlığa öyle
eğilimli idi ki,
sağ kalırsa ileride
ana babasını da
azıtacak, onları da
inkara sevk edecek
idi. Halbuki o
ana babanın imanlarındaki
içtenliği Allah tarafından
böyle bir kötülükten
korunmaya layık ve
onun çocuk iken
ölmesi hepsi hakkında
hayırlı idi. Hem
oğlanın yüzünden görecekleri
kötülükten kurtulacaklar, hem
de onun ölümüyle
duyacakları acıya karşılık,
daha sevimli bir
çocuk elde edebileceklerdi. Ancak
bu olayda dikkate
değer başka noktaların
da olması gerekir.
Oğlanın inkar ve
azgınlığı, nihayet gelecekte
olacak bir gerçektir.
Bilge, onun o
zamandaki ve gelecekteki
bütün gizliliklerini ve
sırlarını bilmiş de
olsa, bir çocuk
şöyle dursun, aklen olgunlaşmış bir
insanı bile, ileride
yapacağı şeyden dolayı
öldürmek kuşku yok
ki dine aykırıdır. Hz. Ömer,
Mugire’nin kölesini görünce
‘’ Bu beni öldürecek ‘’ demiş, kendisinin
katili olacağını bilmiş
idi. ‘’ Öyle ise
niçin bırakıyorsun ey
müminlerin başkanı? ‘’ dediklerinde
‘’ Ne yapayım, henüz
bir şey yapmamıştır
ve dine göre
sırf kalbindeki, aklındaki
bir düşünceden dolayı
hesaba çekilip cezalandırılamaz.‘’ dedi ve
dediği gibi ertesi
gün şehit oldu.
Şu halde Bilgenin
öldürdüğü kişi hakkındaki
hüküm , hakikat
ve din arasında
bir ayrılık noktası
oluşturmaz mı ? Ve
Hz. Musa bu
yorumu nasıl yeterli
bulur?
Dinin gerçeği
Allah’ın emirleridir. Bilge
bunu kendiliğinden değil,
Allah’ın emriyle yaptığını
söylemiş, Hz. Musa’nın
o yoruma karşı
çıkmamasına da neden
bu olmuştur. Çünkü bu
şekilde bilge özel
durumlar için özel
ilahi bir yasa
ile görevli olduğunu
anlatmış demektir. Dolayısıyla
o çocuk hakkında
uyguladığı öldürme hükmü,
genel kurallara ters
olmakla birlikte, özel
bir yol olmuş
olur. Üç olaydan
üçü de, bilgenin
hem bilgi tarzında,
hem eylem tarzında
başka bir özellik
göstermektedir. Bilge açısından
bakıldığı zaman, onun
bilgisinin varlıkların arka
planını gören, gelecekteki
kaderini ve geçmişteki
gizliliklerini, görünen durumu
gibi bilivermekte olduğu
anlaşılıyor. Yapılan işler
açısından bakıldığı zaman,
yaptığı şeyler, yaratılmıştan
Hakka doğru giden
fiiller değil, Yüce
Allah’tan yaratılmışa doğru
giden fiillerdir. Dolayısıyla
Hızır, Hz. Musa
gibi halkı Hakka
götürmekle görevli değil,
Yüce Allah tarafından
halka olan kaderlerin
uygulanmasına görevli demektir.
Dinen güzel veya
çirkin olma açısından
bakıldığı zaman bilge
kişinin fiilleri, göze
görünmeyen, gizli, kapalı
nedenlere dayandığı için,
dıştan çirkin ve
hikmetsiz görünüyor. Hz.
Musa, onun bilgisindeki
özelliği daha önce
Yüce Allah’tan haber
almış ve ondan
öğrenmeye gelmişti. Gördüğü
örnek ise ona
dini ve ameli
yönden kendisinin görevlerine
uymayan ve bununla
beraber karşı çıkmaya
da hak vermeyen
özellikler bulunduğunu öğrenmiş
ve bunun üzerine
aralarındaki ayrılığın normal
olduğu anlaşılmıştır. Demek
ki, Hz. Musa,
bilgisini insanlara bildirmek
ve açıklamakla görevli azim
sahibi bir peygamber
olduğu halde Bilge,
bilgisini bildirmekle görevli
değil, uygulamakla görevli
idi. Yaptığı her
şeyi yüksek bir
gerçeklik bilincinin, yani
onun eşyanın dış
görünüşünün ötesindeki gerçeklikle
temasını sağlayan ve
onu Allah’ın akıl
erdirilemez planının bilinçli
bir parçası haline
sokan derinliğine kavrayış
ve sezginin sevkiyle
yapmış olduğunu ima
ediyor.
Kur’an’ın ayetleriyle
konuyu biraz daha
açalım. ‘’ Andolsun
ki, Biz kendilerinden
öncekileri de sınadık,
o halde bugün
yaşayanlarda sınanacak ve
elbette Allah, doğru
davrananları ortaya çıkaracak
ve yalancıların da
kimler olduğunu gösterecektir. ‘’ (
Ankebut Suresi 3.
Ayet ) Yüce Allah’ın
var kılınan bir
şeyi bilmesi ve,
o şeyin var
olduğu zamanda ve
önce ve sonra
olduğu gibi aynı
şekildedir. Fakat şunu
da unutmamak gerekir
ki, burada ‘’bilecek’’
demekten maksat, nedenden
söz edip, aslında
sonuca dikkat çekmektir.
İmtihan eder gibi,
kesin ortaya koyacak
ve meydana çıkaracak
da, onu ödüllendirecek veya
ceza verecek demektir.
Yüce Allah bizi
niçin ödüllendireceğini veya
azap edeceğini biliyor
ama biz niçin
ödüllendirileceğimizi veya azaba
uğrayacağımızı ancak yapıp
ettiklerimiz bize gösterildiğinde ahirette
öğrenebileceğiz. Yüce Allah’ın
imtihan yoluyla bilmesi,
şimdiki zamanda bilmesi
anlamındadır ve bu
yolla O, inanma konusunda
dürüst olanlarla, bu
konuda yalancı olanları
seçip ayırır. İnsanların
sevap elde etmeleri
ya da cezalandırılmaları buna
dayanır. Aynı şekilde
bu ayetin anlamının
‘’ Onları ayırt etmek
için veya onlara
hak ettiklerini vermek
için ‘’ şeklinde olduğu
da söylenmiştir. Kehf
Suresi 81. Ayette
öldürülen kişinin azgınlık
ve inkar içinde
olduğunun bilindiği söyleniyor.
Ankebut Suresi 3.
Ayette ise iman
ettik diyenlerin imtihana
çekileceklerinden bahsediliyor. Allah
iman etmeyip azgınlık
ve inkar içinde
kalan nice kavimleri
yok etmiştir. ‘’ Göklerin
ve yerin bütün
orduları Allah’ındır. Ve
Allah, güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir.
‘’ Fetih Suresi
7. Ayet. Bu
Allah’ın hem rahmet
orduları hem de azap
orduları bulunduğuna dikkat
çekmedir. ‘’ Onların her birini
günahlarından dolayı hesaba
çektik. Kiminin tepesinde
ölümcül fırtınalar estirdik,
kimini ani bir
kasırga yok etti,
kimisini yerin dibine
geçirdik ve kimisi
de suda boğulup
gitti. Onlara haksızlık
yapan Allah değildi.
Onlar kendi kendilerine
haksızlık yapıyorlardı. ‘’
Ankebut Suresi 40.
Ayet. ‘’ O
zulmedenlere gelince, onları
Allah katından cezalandırıcı
bağırış yakalayıverdi de
kendi evlerinde cansız
olarak yığılıp kaldılar.
Sanki daha önce
orada hiç yaşamamışlar
gibi. ‘’ Hud Suresi
67. Ayet. ‘’
Allah, insanların bazısını
bazısıyla savuşturmamış olsaydı
yeryüzü fesada uğrardı. ‘’
Bakara Suresi 251.
Ayet. ‘’Allah insanları
birbirine karşı savunmasız
bıraksaydı, şüphesiz o
zaman içlerinde Allah’ın
isminin çokça anıldığı
manastırlar, kiliseler, havralar,
mescitler çoktan yıkılıp
gitmiş olurdu ve
muhakkak ki Allah,
O’nun davasına arka
çıkanlara yardım edecektir.
Çünkü Allah, her
şeyi hükmü altında
tutan en yüce
iktidar sahibidir. ‘’ Hac
Suresi 40. Ayet.
Allah insanları
irade sahibi olarak
yaratmıştır ve böyle
yaratması, O’nun rahmet
ve kudretinin ta
kendisidir. Fakat bu
iradeler serbest bırakılır
da birbirleriyle dengelenip
düzenlenmez ve hiç
bir engele rastlamazlarsa, o
zaman çalışma zahmetine
katlanılmaz, önüne geleni
çiğnemeye çalışır. Savunma
ve karşı koyma
olmayınca da ölçü
ve sınır tanımama,
yolların en kestirmesi
ve en doğrusuymuş
gibi oluverir. O
zaman da insan
adına bir şey
kalmaz, yeryüzünün düzeni
yok olur. Fakat
Allah bütün alemlere
ve özellikle akıl
sahibi varlıklar dünyasına
eksiksiz bir iyilik
ve lütuf sahibidir.
Bundan ötürü bozgunculuğa
razı olmaz. O,
yeryüzünü bayındır hale
getirecek insanları lütuf
ve ikramlarıyla yaşatacak,
yüksek konumlara erdirecektir.
Bu nedenle bozgunculuğun geleceği
yoktur, Allah’ın dilediği
ise barış ve
düzenliliktir. Dolayısıyla barış
ve düzenin bozgunculuğu
savuşturması için, barış
ve hayırdan yana
olanların, bozgunculuk ve
kötülükten yana olanları
savuşturması gerekmektedir. Zaten
karşı koyma ve
savuşturma olgusu, bütün
evrende geçerli olan
ve doğru, hak
bir yasadır.
‘’ Mümkündür
ki nefret ettiğiniz
bir şey sizin
için iyi olabilir
ve yine mümkündür
ki hoşlandığınız bir
şey sizin için
kötü olabilir. Allah
bilir, ama siz
bilmezsiniz. ‘’ Bakara Suresi
216. Ayet. Mümkündür
ki hayrımıza zannettiğimiz
bir şey zararımıza,
zararımıza zannettiğimiz bir
şey de hayrımıza
olabilir. Hızır fakirlerin
gemisini kurtardı, salih
anne babayı kurtardı,
yetim çocukların geleceğini
kurtardı. Ama bunların
olduğu anlarda, fakirler
gemilerinin tahrip olması
nedeniyle çok üzüldüler.
Bir anne-baba evlat
acısı yaşadı. Yetim
çocuklar büyüyünceye kadar
sıkıntı içinde kalmaya
devam ettiler.
Gündelik hayatın
içinde sıklıkla kullanılan
‘’ Her şeyde bir
hayır vardır ‘’ sözü
temel bir gerçeğin ifadesidir.
Hz. Musa ve
Bilge Adam kıssasından
çıkaracağımız en basit
gerçekliktir bu. Ne
kadar karanlık bir
tabloyla karşılaşsak da
aslında evrendeki ahenk
ve dengenin bozulmasına
imkan olmadığının bilgisidir.
Hz.
Musa Hızır’a serzenişte
bulunurken, kendi akıl
yürütmesiyle iyi-kötü çerçevesinde
olayı ele alır.
Hızır ise bilgisine
göre hareket eder.
Görünenin arkasında görünmeyen
etkilerin olduğunun, duyulara
güvenerek yargılarda bulunmanın
eksik olduğunun dersini
verir. Bilgi ile
davranışın, vicdan ve
sevgiyle davranıştan üstünlüğünü
gözler önüne serer.
Muhakkak ki, insan aklımızla
bu kıssaların tam
olarak açıklamasını yapamayız.
Muhakkak ki dikkatimizden
kaçan daha bir
çok nokta var.
Gemiyle bir kıyıdan
diğerine geçmek ve
gemiyi delmek, tarihte,
gemileri yakmak, yani
geri dönüşü olmayan
yola girmek deyimini
hatırlatıyor. Yıkılmak üzere
olan bir duvarı
onarmak da bazı
bilgilerin açığa çıkmasının
daha zamanı olduğunu
işaret ediyor olabilir
mi acaba? Hızır genç
çocukla karşılaştığında onu
nasıl öldürdü. Ölümüne
sebep olacak bir
olay mı yarattı
yoksa bıçakla boğazını
mı kesti. Kasaba
halkından yiyecek istediler.
Hz. İbrahim’in bir
kıssasında insan kılığında
gelen melekler kendilerine
sunulan yemekleri yememişlerdi.
Hz. İsa’nın Allah’ın
oğlu olduğu iddiasına
Yüce Allah ‘’ o
ve annesi yemek
yiyorlardı ‘’ demiyor muydu. Oğlan çocuğundan
bahsederken Hızır onda
kaygı verici belirtiler
gördüm demiyor, görmüştük
diyor, çoğul konuşuyor.
Bu kıssada kafamızı
yormamız gereken daha
çok dersler olduğuna
inanıyorum.
‘’ Muhakkak ki,
ölüm tehlikesiyle ve
açlıkla, dünya malının,
canın ve alın
teri ürünlerin kaybı
ile sizi sınayacağız.
Ama zorluklara karşı
sabredenlere iyi haberler
müjdele. Onların başına
bir musibet gelince,
’ Doğrusu biz Allah’a
aitiz ve muhakkak
O’na döneceğiz! ’ derler.
İşte Rablerinin nimetleri
ve lütfu onlar
içindir ve doğru
yol üzerinde olanlar
işte onlardır.’’ Bakara
Suresi 155.156.157. Ayetler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder