Niye böyle
bir başlık? Birbirleriyle çok
alâkalılar ve benim ibadetten
neler anladığımın temelleri
bu konular. Besmele ve
Fatiha Suresi tabii
ki her Müslüman
için çok önemli.
Ama Fatiha Suresini
çözmek niçin benim
en zorlandığım konulardan
oldu ve benim
için farkı ne, ibadet
kısmına geldiğim zaman
anlatacağım.
Kur’an’da Tövbe
Suresi hariç bütün
sureler besmele ile
başlıyor . Ama ben
Fatiha Suresinin başındaki
besmelenin farklı olduğunu
ve genel olarak
besmelenin yanlış kullanıldığını düşünüyorum. Her ne işe niyetlendiysek, her
ne yapacaksak besmeleyle
başlamamızı öğütleyen imamlar,
hocalar, camide namaz
kıldırırken neden besmeleyi
içlerinden okurlar anlayabilmiş
değilim. Tek mantıklı
açıklama besmelenin yanlış
kullanıldığının farkında olmaları
olabilir. Bunu da, biz
besmeleyi söylediğimiz zaman
şunu demek istiyoruz, şunu kastediyoruz
demekle düzeltmeye çalışıyorlar. Ama ben
Allah’ın karşısında bir şeyleri kastetmek
istemiyorum.
Kur’an-ı Kerim’de
iki türlü besmele
vardır. Birisi sure
başlarında yazılan bağımsız
besmele, diğeri Neml Suresi
30. Ayette geçen
besmeledir. ‘’ O mektup Süleyman’dan
geliyor ve Rahman,
Rahim Allah’ın ismiyle
başlıyor.’’ Neml Suresindeki
besmelenin Kur’an’dan olduğu
hususunda hiç bir
şüphe yoktur. Fakat
sure başlarında yazılan
ve sureleri birbirinden
ayıran ve Kur’an
okumaya başlarken okunan
besmeleye gelince, bu
besmelenin o surelerden
bir ayet veya
ayetin bir parçası
veya doğrudan doğruya
Kur’an’dan bir parça
olup olmadığı konusu
apaçık değildir.
‘’ Allah ‘’ kelimesi
gerçekten tapılacak varlığın,
özel ismidir. Daha
doğrusu zât ismi
olup, özel isimdir.
Kur’an bize bu
yüce ve ulu Zat’ı, eksiksiz
nitelikleri ve güzel
isimleriyle tanıtmakta,
bizim ve
bütün evrenin O’nunla
olan ilişki ve
ilgimizi bildirmektedir. Dolayısıyla,
bu kelimenin göstergesi
olan yüce ve
ulu zât, evrenin
var olmasında, varlığını
sürdürmesinde ve sürekli
olgunlaşmasında bir ilk
neden olduğu gibi,
‘’ Allah ‘’ yüce ismi
de, bilgi ve
irfan dilimizde özel
ve çok yüce
bir başlangıçtır, yüce
bir ilkedir. Yüce
Allah’ın varlığı onaylanmadan,
bir âlem ve
bu âlemin bir
nizamı olduğu his
ve bilinci bir
hayalden ve aynı
zamanda savuşturulması mümkün
olmayan bir ıstıraptan
ibaret olacaktır.
Nedensellik, nedenin
sonuçla uyumu ya
da uyumsuzluğu ve
devamlılığı yasası, şimdiki
çağda bütün
ilimlere egemen olan
en büyük bir
kanundur. Bunun için
nedensellik bağında birleştirilmeyen hiç
bir ilim bulamayız.
Bu bağ ise, sebep denilen
önceki varlık ile, netice
denilen sonraki varlığın
birbiriyle olan ilişkisini
ifade eder ve ‘’
bütün evrenin düzeni ‘’
dediğimiz şey de
bu biricik ilişkidir.
Dolayısıyla sebep ve
neticeyi düşünüp onaylamadan,
bu bağı da
düşünüp onaylayamayız. Sonra
bu onaylamamızı da ‘’
gerçektir ! ‘’ diye, zihnimizle
olgunun uyum oranını
üstlenen gerçek bilgiye
dayandırmazsak, bütün çalışmalarımızın, bütün
algılamalarımızın yalan, temelsiz
bir kuruntular serabına
döndüğüne hükmederiz. Hâlbuki
o zaman böyle
hükmedebilmek de bir
hakikati itiraf etmektir.
Dolayısıyla, insan, gerçeği
yalanlarken bile onu
onaylamak mecburiyetinden kurtulamaz.
Mümkün gerçekler üstündeki
zorunlu hakikat, gerek
ilmimizin, gerekse varlığımızın
ilk başlangıcı ve
birinci sebebidir; ve
onun ismi ‘’ Allah’tır. ‘’ İnsan
üzerinde etki meydana
getiren, insanı adeta
büyüleyen hiç bir
şey düşünülemez ki, onun
arkasında Allah bulunmasın.
Yüce Allah,
varlığı zorunlu öyle
bir zattır ki,
gerek öznel ( düşünce
ve duygu ) gerekse nesnel
( objektif, gerçeğe varmak
için taraf tutmadan
inceleme yapan, hüküm
veren ) varlığımızın bütün
akışlarında varlığının zorunluluğunu
gösterir ve bizim
ruhumuzun derinliklerinde, her
şeyden önce, bu
gerçek varlığa ait
yadsınamaz kesin bir
tasdik, bir kabul
bulunmaktadır. Hatta bizim
varlığımızda, bu yüce
gerçeğe, tek, sade
ve sınırsız bir
bağımsız ve manevi
hissimiz vardır. Ve
bütün ilimlerimizin kökü
olan bu manevi
his, sınırlı hislerimizin, algılarımızın, akıllarımızın
ve fikirlerimizin hepsinden
daha kuvvetlidir. Böyle iken biz bir çok
zaman olur ki,
kendimizden ve varlığımızın
anlarından gafil oluruz.
Hata ve yanılgılarımızın büyük
bir kısmının kaynağı
da bu gaflet
ve dalgınlık olur.
Böylesi kendimizden
ve bilincimizin inceliklerinden habersiz
olduğumuz zamanlardır ki,
biz bu manevi
histen, bu ilk bilinçten
gafil oluruz. O
zaman da bunu
bize aklımız yoluyla
hatırlatacak ve dikkatimizi
çekecek araç ve
delillere ihtiyaç duyarız.
Kâinat bize bu
hatırlatmayı yapacak apaçık
delillerle doludur. Kur’an
bize bu delilleri
edebi bir mucizelikle
hatırlattığı ve bunlara
dikkatimizi çektiği için,
onun bir ismi
de hatırlatıcıdır. İlahi
hikmet bize buradan
birçok mantıki, akli
ve ruhi delilleri
özetleyiverir. Akli delillere
amaçsızca bakanlar ve Hakkın hem
görünmemesi, hem de
gözlem âlemini kuşatan
sonsuz görünüşü karşısında
nefsin böbürlenmesini kıramayarak,
gerçeği gözlemleme zevkinden
yoksun kalanlar, ‘’ Allah’ı
aradım da bulamadım ‘’
derken, bilim ve felsefe
adına hüsrana uğradıklarını
ilan etmiş olurlar.
Allah’ı sezmek için,
kalp ile gözü
ayırt etmeli ve
aralarındaki gerçekleşme oranını
anlayabilmelidir.
İşte Allah
ismi, Yüce
Allah’ın zatını gösteren
bir özel isimdir.
Kelimeden bilinen kavrama,
kavramdan da gerçeğe
geçeriz ve ismi,
bu kavram ile
tanımlarız. Mesela, ‘’ Allah,
mükemmellik ifade eden
bütün sıfatları taşıyan,
varlığı da zorunlu
olanın ismidir ‘’ deriz.
Yahut, ‘’ ibadete layık
olan yüce zatın
ismidir ‘’ deriz. İkincide
ise, doğrudan realitedeki
gerçeğe geçeriz. Bu
şekilde, o gerçeğe
dair kendimizde hiç
bir pay yok
ise, Allah isminden,
gerçekte, yine kendisinden
başka bir şey
anlamayız. Bakışlarımızda, isim
ile onun adlandırdığı
şey bir olur.
Fakat, o gerçekten
yana kendimizde herhangi
bir şekilde bir
pay bulabilirsek, işte o zaman
isim ile onun
adlandırdığını birbirinden ayırırız
ve bu şekilde
de, Allah’ı ispata
ihtiyaç duymayız. Ama,
bu isimden bir
mana anladığımız ve
o manayı gerçeği
göstermek için araç
edindiğimiz zaman, o
gerçekten bizzat bir
payımız olmasa bile,
bu isimden bir
şeyler anlarız. Fakat
o şeyin varlığını
ispata muhtaç oluruz.
Uzatmadan söylersek, üç
tecelli / üç görünüş
söz konusudur. Zat
tecellisi, sıfat tecellisi
ve eserlerin tecellisi.
Zat isminin, zatın
tecellisini ifade eden
bir isim olması
gerekir. Nitekim sıfat
tecellisini ifade eden
isimlere de sıfat
isimleri, eserlerin tecellisini
ifade eden isimlere
de fiil isimleri
denilmektedir. Zat, sıfat
ve eserleri ile
de dolaylı olarak
göründüğü gibi, doğrudan görünmesi
de mümkündür. Ve
bir simge olan zat
ismine bu da
yeterlidir. Ve biz
bunu bütün isimlerin
bir temeli olarak
bildiğimiz için, ‘’ İlahi
isimler Allah’ın ve
resulünün bildirmesi iledir ‘’
diyoruz. Bu nedenle, zat
isminin, anlamı/kavramı olan
bir hususi isim
veya anlamı olmayan
bir simge isim
olması, işin gerçeğinde
mümkündür ve bizim
için de anlamlıdır.
Biz, bize zatın
tecellisi olmadan / zat
bizzat görünmeden simge
isim koyamayız. Doğan
çocuğa, onu görmeden koyduğumuz
isim hususi bir
isimdir ve bu
durumda duyduğumuz simge
isimden de yalnız
ismin tecellisini anlarız
ve o zaman
da isim ile
isimlendirilen birleşirler. Fakat
bunu sıfat ve
fiil isimleri ile
tefsir ede ede,
nihayet eserlerin tecellisine
ve ondan da
sıfatların tecellisine ve
nihayet ondan da,
zatın tecellisine ulaşırız.
Her söz de
başlangıçta, bir isim
tecellisini ifade eder.
Kur’an da bize,
Yüce Allah’ı önce, isimlerinin
tecellisiyle anlatıyor.
Bu
nedenle Kur’an’a başlarken,
önce Allah ismini
bir zat ismi
olarak alacağız. ‘’ Rahman,
Rahim ‘’ sıfatları
da bu ismi
özlü şekilde tefsir
ederek, bunlarla ona
bir genişlik kazandırıp
mana kazandıracağız ki bu
mana, mükemmel ve
kat kat bir
rahmetin yayılma noktası
olacaktır. Sonra bu
isimler ile bu
manayı geliştireceğiz ve
o zaman yerlere
ve göklere sığmayan
‘’ Allah ‘’ zat isminin,
kalbimizde yaratılıştan saklı
olan tecellilerini görmeye
başlayacak, isimlerin tecellisinden
eserlerin tecellisine geçeceğiz;
eserlerin tecellisinden sıfatların
tecellisine geçeceğiz ve
görünmez âlemden de
görünen âleme geçeceğiz.
Görme, seyretme zevkimiz
arttıkça artacak, o
zaman zatın tecellisi
için çırpınacağız. Nihayet,
‘’ Ey o
Rabbine mutmain – huzura kavuşmuş
nefis, sen Rabbinden
hoşnut, Rabbin de
senden hoşnut olarak
dön O Rabbine.
Gir, öyleyse Benim
öteki sadık kullarımla
birlikte, gir cennetime! ‘’
Fecr Suresi 27. …30.
Ayetlerdeki davet gelecek,
ilahi ziyafet içinde,
sonsuza değin Allah’ın
cemalini seyre dalacağız. ‘’
Nice yüzler o
gün mutlulukla ışıldar,
parlar, Rablerine bakarken.’’ Kıyamet Suresi
22.23. Ayetler.
Allah zat
ismini özel bir
isim olarak, bir anlam
ile değerlendirebilmek için
onda olmayan kusurları
ve olan yücelikleri
ifade eden bütün
zat ve fiil
sıfatlarını zihinde tasarlamak
ve sonra onu
kısaltmak gerekir. Bu
nedenle, bu da
şu şekilde dile
getirilmiştir: ‘’ O varlığı
zorunlu olan zat
ki, bütün kemal
sıfatlarına sahiptir ‘’, ona
sadece, ‘’ varlığı zorunlu
olan zat ‘’ demek
de yeterlidir. Zira,
‘’ bütün kemal sıfatlarına
sahip olmak ‘’ varlığı
zorunlu olmanın bir
tefsiri ve açıklayıcı
bir sıfatıdır. Bunun
bir özet ifadesi
de ‘’ İlahi Hak,
Hak Tanrı ‘’ kavramıdır.
‘’ Âlemin yaratıcısı ‘’ veya,
‘’ Her şeyin yaratıcısı ‘’
kavramıyla da açıklanabilir. Bizim
yüce ‘’ Allah ‘’ isminden
duyduğumuz mana, bu
kavramların hepsinden daha
açık ve daha
kusursuzdur. Bu nedenle,
bu hususi ismin
bir simge isim
olması, gönlümüze daha yakındır.
Hususi veya simge
isim olsun, ‘’ Allah ‘’
yüce ismi ile
Allah’tan başka hiç
bir tapınılan olmamıştır. ‘’
Göklerin ve yerin
Rabbidir O, ve
bunların arasında var
olan her şeyin!
Öyleyse yalnızca O’na
kulluk et ve
O’na kullukta devamlı
ve sebatlı ol!
Hiç, ismi O’nunla
birlikte anılmaya değer
bir başkasını tanıyor
musun ? / Hiç sen
O’na adaş, O’nunla aynı
isme sahip bir
tanrı bilir misin?‘’
Meryem Suresi 65.
Ayet. O’nun adaşı
yoktur. Bunun içindir ki,
hususi isminin ikili
( tesniyesi ) ve çoğulu yoktur.
O halde ancak
isimlerin çok olması
söz konusu olabilir.
Nitekim çeşitli dinlerde
Yüce Allah’ın ayrı
ayrı özel isimlerini
bulmak mümkündür ve
din açısından uygundur
da.
Allah, ibadet
edilen olduğu için Allah
değildir; Allah olduğu
için O, ibadet
edilendir. O’nun ilah
oluşu, O’na ibadete ve
O’na kulluğa layık
olması, zatının bir
gereğidir. İnsanlık puta tapar,
ateşe tapar, güneşe
tapar, kahramanlara, zorbalara
veya bazı sevdiği
şeylere tapar. Taptığı
zaman onlar ilah,
tapılacak şey olurlar.
İnsanlar, Allah’ı tapılacak
varlık olarak tanısın
ya da tanımasın, o
zatından ötürü tapılandır.
O’na her şey
ibadet ve kulluk
borçludur. Hatta inkârcılar
bile, bilmeyerek bile
olsa, O’na ibadet
etmeye mecburdurlar. Ve
bütün bunlardan en
basit bir kavram
edinebilmek için söylenecek
söz, hayret ve
büyüklüktür. ‘’ Allah Büyüktür,
Yücedir, Uludur ! ‘’
Rahman ! Bu
da yüce Allah’a
özgü bir isimdir.
Bunun özel bir
manası vardır. Kelime
kök bakımından rahmetten
türetilmiş ve ‘’ devamlı
ve çok çok
acıma ‘’ manası ifade
eden bir sıfattır
ki ‘’ pek merhametli,
çok rahmet sahibi ‘’
demektir. ‘’Rahmeti sonsuz,
ezeli gerçek bir
nimet verici ‘’ anlamına
has kılındığından Yüce
Allah’tan başkasına Rahman
denilmemiştir. Yüce Allah’ın
rahmeti ve merhameti
‘’ bir kalp duygusu,
hissi bir yöneliş ‘’
manasında bir iyilik
duygusu değildir. Fatiha Suresindeki
gibi ‘’iyilik dilemek
veya sonsuz bir
şekilde nimetler vermek’’
manasındadır. Rahim de ‘’
çok merhamet edici ‘’
demektir ki bu
da yüce Allah’ın
sıfatlarından biridir. Fakat
salt sıfattır, nitelenensiz kullanılmaz
ve bu nedenle,
Rahman gibi özel
isim olmayıp, Allah’tan
başkası hakkında da
kullanılabilir. Rahman oluş,
ezele, yani geçmiş
zamana doğru sonsuzluğa,
rahim oluş da
gelecek zamana doğru
sonsuzluğa bakar. Bu
nedenle yaratılanlar, Allah’ın
Rahmani merhametinden başlangıçta
karşılıksız olarak, Rahimi
merhametinden de, ahirette,
yaptıklarının karşılığı olarak
yararlanacaklardır. Bu noktaya
işaret için, ‘’Allah,
dünyanın Rahman’ı, ahiretin
de Rahim’idir ‘’ denilir.
Rahman, yüce
Allah’ın bir özel
ismi olması bakımından,
hem ezeli, hem
de ebedi kuşatmıştır. Bu nedenle,
bu tür bir
rahmet ve iyiliğin
kullardan gelmesi düşünülemez.
Rahim sıfatı ise,
sadece Allah’a özgü
olmadığından, ezelilik halini
gerektirmez. Ve bundan
ötürü, bu tür
merhamet ve iyiliğin
kullardan da gelmesi
düşünülebilir. Şu halde
Rahman’ın merhameti bir
şarta bağlı değilken, Rahim oluşun
merhameti bir şart ile
sınırlıdır. Rahman oluşun sadece
Allah’a özgü oluşu
ve onun dışındaki
varlıkların bu Rahman’lıktan
yararlanması için bir şey
yapmaları gerekmeyip varlık
dünyasında herhangi bir
şarta bağlı olmayan
genel bir şey
olmasını ifade eder.
Yüce Allah Rahman
olduğu için, ezeli
rahmeti geneldir. Her
şeyin yaratılış ve
varoluşunda sahip olduğu
bütün iyi nitelikler,
Allah’ın Rahman oluşunun
kısmi eserleridir. Bu
bakımdan, kendisinde rahmet
izi bulunmayan herhangi
bir varlık düşünülemez.
Fakat ilk yaratılış,
sadece ilahi bir
bağış olup, yaratılanın
isteğine bağlı değildir.
Yani hiç kimsenin
çalışması ve seçmesiyle
değil, sadece Rahman
oluşa bağlı olarak
meydana gelir. Taşın taş, ağacın
ağaç, insanın insan
olması, böyle bir
karşı konulamaz rahmetin
sonucudur. Bu açıdan
bakıldığında evrende her
şey Rahman olan
Yüce Allah’ın sonsuz
rahmeti içinde yüzmektedir. Bu nedenle,
rahman oluş, genel
bir güvendir ve
herkesin ümididir. Gökyüzünden
yeryüzüne, yıldızlardan atomlarına, ruhlarından cisimlerine,
canlısından cansızına, taşından
ağacına, bitkilerinden hayvanlarına,
hayvanlarından insanlarına, çalışanından
çalışmayanına, itaatkârından isyankârına,
mümininden kâfirine, Allah’ı
birleyenden Allah’a ortak
koşana, meleklerinden şeytanına
varıncaya kadar, bütün âlemler Rahman
olan Allah’ın rahmetine
boğulmuşlardır ve bu
bakımdan, korkmalarına hiç
bir sebep yoktur.
Fakat bu kadarla
kalsa idi, ilim
ile cehaletin, hayat
ile ölümün, çalışmak
ile tembelliğin, itaat
ile isyanın, iman
ile küfrün, nankörlükle
şükrün, hak ile
hak olmayanın, adaletle
zulmün hiç farkı
kalmamış olurdu. Ve
böyle olsaydı, âlemde,
iradeye dayalı işlerden
hiç bir iz
bulunmazdı. İlim ve
irade ile, çalışma
ve gayret ile
yükselme imkânı yok
olurdu. Ve o
zaman her şeyin
otomatik olduğuna inanır,
tabiatçılar’dan ve insan
iradesinin hiç bir
etkisi olmadığını kabul
eden cebriyeciler’den olurduk.
Hem kendimizi ve
Yüce Allah’ı fiillerinde
zorunlu görür, tabiatı
da rahmetin zorunluluğuna
mahkûm olarak tanırdık.
Çünkü ne onun,
ne de bizim
irade ve seçme
özgürlüğümüzden bir iz
bulamazdık. Duyduğumuza gidemez,
bildiğimizi işleyemez, arzularımızın
yanına yaklaşamazdık. Bütün
fiillerimizde, bir taş,
bir topaç gibi
yuvarlanır durur veya
bir ot gibi
biter, yiter giderdik.
Ahlata armut, idrise
kiraz, limona portakal
aşılayamazdık. Tarlamıza ekin
ekemez, ekmeğimizi pişiremez,
gıdalarımızı, giysilerimizi ve
diğer ihtiyaçlarımızı sanat
ve zanaatlar aracılığıyla
elde edemezdik. Göklere
yükselmeye özenemez, cennetlere
gitmeye çare bulamazdık.
Hayvan gelir hayvan
giderdik. Bu şartlar
altında ise Allah
Rahman oluşu kusursuz
ve mutlak bir
temel olmazdı.
Bu
nedenle, yüce Allah’ın
kendi irade ve
seçimini göstermesi ve
bunun göstergesi olarak
irade sahibi olan
yaratıklar yaratması ve
onları güzel irade
ve seçimlerine göre
yükselterek rahmetinden yararlandırıp
istifade ettirmesi, ve
tersine, kötü irade
ve çalışıp kazanmalarına
göre de onları
mahrumiyet, elem ve
cezalandırma ile azarlaması,
yani o iradeler
toplamının kendi iradesiyle
ahenklerini sağlaması ve
onlara da rahmetinden
bir pay vermesi
hikmetin bir gereği
olurdu. İşte, tabiata ait
bir hikmet değil,
ilahi bir hikmet
olan bu kusursuzluk
hakikatinden dolayı yüce
Allah, Rahman oluşundan
başka, bir de
rahim oluşuyla nitelenmiş
ve Rahman oluşunun
rahmeti sadece kendisine
özgü iken, rahim
oluşunun rahmetinden irade
sahibi varlıklara da bir pay ayırmıştır.
Ana kuşlar, Rahmaniyetin
bir göstergesi olan
içgüdüsel bir yönelişle
yavrularının başında kanat
çırpar. Ahlaklı insanlar
da Rahimiyetin bir
göstergesi olarak, hayır
istikametlerinde merhamet ve
şefkat duygularıyla yarışırlar.
Ahlak ilminde, insan
hayatının manevi olgunluk
sayfalarında, peygamberlerin ve
velilerin anlatılarında, büyük
insanların biyografilerinde de
iradeye ve çalışmaya
bağlı olan rahim
oluş izlerini görürüz.
Dolayısıyla başlangıçta çalışana,
çalışmayana bakmadan varoluşu
yönlendirmek ve o
şekilde idare etmek
Rahman oluşun bir
rahmetidir. Sonra çalışanlara, çalıştıkları amaçları
da bahşetmek, rahim
oluşun bir rahmetidir.
Demek ki
Rahman oluşun rahmeti
olmasaydı biz varlık alanına çıkamaz,
yaratılıştan sahip olduğumuz
kazanımlardan, olması bizim
için gerekli iyi
nitelik ve yeteneklerden, en
büyük nimetlerden yoksun
kalırdık. Rahim oluşun
rahmeti olmasaydı, yaratılıştan
kazandığımız sermayelerimizi geliştiremez
ve ilk yaratılıştan
bir adım ileri
gidemezdik, ince ve
latif nimetlere eremezdik.
Allah’ın Rahman oluşu,
mutlak ümitsizliğe ve
genel kötümserliğe imkân
vermeyen mutlak bir
ümit ve ezeli
bir yardımdır. Rahim
oluşu ise, hususi
ümitsizliğin bir cevabı, özel
amellerimiz ve gayelerimiz
ile çaba ve
gayretlerimizin kefili ve
ve sorumluluğumuzun ödülü
olan bir gayret
sebebidir. Demek ki
Rahman oluş karşısında, dünya
ve ahiret, mümin
ve kâfir eşit
iken, Rahim oluş
karşısında bunlar açık
bir fark ile
ayrılıyorlar. ‘’ Bir
bölük cennette, bir
bölükse çılgın ateşli
cehennemde ‘’ ( Şura Suresi
7. Ayet.) yer
alıyorlar.
İşte, Yüce
Allah için, ‘’ Dünya
ve ahiretin Rahman’ı
ve ahiretin Rahim’i ‘’
yahut, ‘’ Mümin ve kâfirin
Rahman’ı, müminin Rahim’i ‘’
denilmesinin açıklaması budur.
‘’ Rahman ‘’ kelime olarak
bile, sadece Allah’a
özgü olan sıfatlardandır ve
bu sıfatın işlemesi
için kulların bir şey yapmalarına
gerek yoktur. Bu sıfat,
ezelliği bildirmekte olup,
yaratılışın başlangıcına bakar.
Rahim’de ise bu
özellik yoktur ve
ortaya çıkması için kullar
tarafından fiili ilgi söz konusudur,
yani kulların yaptıklarına
göre ortaya çıkar
ve bu, ezelilik anlamında
değil, ebedilik anlamında
gelecekte söz konusudur.
Şu
halde, Rahman ile
Rahim, başka başka
birer rahmet anlamını
taşıyarak, birbirlerinden birer
yön ile ayrılmış
oluyorlar. Rahman – Rahim sıfatları,
sadece ifadeyi bir
bakıma güçlendirme gayesiyle
tekrar edilmiş değildirler
ve her birinin kendine
özgü kurucu bir
anlamı ve kuvvetlendirici yönü
bulunmaktadır. Bir yönden
Rahman oluşun rahmeti
daha etkindir, çünkü
her yaratılana işler,
her yaratıkta izi
vardır. Diğer yönden,
Rahim oluşun rahmeti
daha etkilidir, çünkü
öbüründen daha çok
fiili bir bolluğu
kapsar ve vekil
kılınmak suretiyle, Allah’ın
kulları için de söz
konusudur. Rahman’ın niteliği
özeldir, alanına girenlerse
geneldir. Rahim’in ise
nitelediği genel, alanına
girense özeldir. Ve
işte yüce Allah,
böyle kat kat
olan bir rahmet
sıfatıyla nitelenmiştir ve
bunlar insan türünden
kötümserlik hissini silmeye
ve onun yerine
sonsuz bir iyimserlik
hissi koymaya yeterlidir.
Genel biçimde istenilen
iman ve kesin
inancın özü de
budur . Rahman ve Rahim
olan Allah’ı inkâr
eden inançsız, istediği
kadar kötümser olsun,
müminin kötümserliğine hiç
bir sebep yoktur. ‘’ Gelecek,
Allah’a karşı sorumluluk
bilinci taşıyan kimselerindir. ‘’ Kasas Suresi
83. Ayet.
Rahman, Rahim
sıfatları ve Allah
ismiyle oluşan besmele
cümlesi, açıktan söylenmeyen
bir fiilin öznesine
bağlanarak, tam ve
detaylı bir sözün
düzgün ve etkili
bir özeti olmuş
olur. Burada düşünülen / söylenmeyen fiilse,
besmeleyi söyleyen kimsenin
girişeceği ‘’okurum, yazarım,
yerim, içerim, kalkarım,
otururum ‘’ vb. gibi yapmaya
niyetlendiği herhangi bir
fiildir. Herhangi bir
kimseye başlamak üzere
olduğu isteğini kalbinde
gizleyerek besmeleyi söyler
ve Allah’ın ismini / Allah ismini
yapacağı işinin başına
hemen bitiştirir. İşte
bu genel anlamı
sağlamak için cümlenin
temel unsurları olan
fiil ile özne
düşürülmüşlerdir. Böyle düşürmeler
dilimizde de çok
sık kullanılmaktadır. Mesela
misafiri uğurlarken, ‘’ Selametle,
güle güle ‘’ deriz
ki ‘’ gidiniz ‘’ fiilini
kalbimizde gizleyerek, bir
kelimeden bile tam
ve düzgün bir
cümle yaparız ve
muhatabımız bunu anlar.
İşte besmele de
buna benzer. Fakat
burada düşürülmüş olan
fiil, besmelenin sonunda
düşünülmelidir. ‘’ Oku
Rabbinin ismi ile ‘’
ayetinde emir, okumanın
aslına yönelik olduğu
için, daha önemli
görülen ‘’ okumak ‘’ fiili
iken, besmelede daha
mühim görülen husus
Allah isminin, okumak
gibi girişilecek olan
fiilden önce getirilmesidir. İşte Allah
isminin öne alınması,
ancak Allah’ın başarılı
kılabileceğini göstermek ve
ona vurgu yapmak
içindir. Böyle yaparak
‘’ Ne kendim, ne
başkası, hatıra gelebilecek
hiç bir isim
ile değil, ancak
ve ancak Allah’ın
ismiyle şu işime
başlarım / başlıyorum. ‘’
demiş oluruz. Dolayısıyla
besmele bu şekilde,
bir de Allah’ın
birliği ve tekliği
anlamını içermiştir. ‘’ Allah’ın
ismiyledir ki başlarım,
okurum, kalkarım, giderim. ‘’
gibi bir takdir
yapılabilirse, besmeledeki tevhit
manası anlaşılır. En
doğru şekli de ‘’
Rahman, Rahim Allah’ın
ismiyle ‘’ yahut ‘’ Rahman,
Rahim Allah ismiyle ‘’ demek olacaktır.
Bir sakınca bunda
Allah zat isminin
öne geçirilmesine riayet
edilmemiştir. Bunu Allah,
Rahman Rahim ismiyle,
şeklinde söylemek, dilimizde
hepsinden akıcı olacaktır. Veya ‘’ Allah!
Rahman, Rahim Allah
- Allah’ım! Rahman Rahim
Allah’ım! Seni anarak
……. başlıyorum.’’
Muhammed Abduh
diyor ki: ‘’ Bütün
toplumlarda ve Araplarda
bilindiği üzere, bir
kimse, bir lider veya
büyük bir kimse
adına ve kendisini
söz konusu etmeksizin
yalnız onun için
bir iş yapmak
istediği zaman ‘’ falanca
namına, falanca adına
‘’ der ve
o zatın ismini
söylerler ki, ‘’ O
ve onun emri
olmasaydı, ben bu
işi yapamazdım. ‘’ demektir.
Bunun en açık
örneğini normal mahkemelerde
görürüz. Hakimler gerek
sözlü hükümlerinin ve
gerekse yazılı duyurularının
başında falan hükümdar,
filan millet adına,
yahut, kanun namına
……derler. İşte bunun
gibi bir Müslüman
da ‘’ Rahman, Rahim
Allah adına şu
işe başlıyorum ‘’ derken, ‘’ Ben
bu işi kendim
için değil, Allah
adına, onun emriyle
ve onun için
yapıyorum. ‘’ demiş
olur.
Bir
işe başlarken, ‘’ Falan namına – adına ‘’ demek, ‘’ Ben
bunu ona bağlı
olarak, onun yerine, onu
temsilen, onun bir
aracısı olarak yapıyorum.
Bu iş gerçekte
benim ve başkasının
değil, ancak onundur. ‘’
anlamına gelir. Bu
da ‘’vahdet-i vücut /
varlığın birliği, Allah’tan
başka ilah olmadığının
idrak ve şuuruna
sahip olmak görüşüyle
ilgili bir ‘’Fena
fillâh / Gerçek kul ‘’
halidir ki, ancak
elçilik, velilik ve
vasilik, hüküm verme
ve tasarruf sahibi
olmak gibi özel
makamlarda söz konusu
olur. Dolayısıyla bu,
yalnız surelerin başında
bulunması bakımından besmelenin
bir anlamı olarak
gösterilebilirse de, dinin
genel olan ve
bireyin kişisel payını
yok etmeye değil,
diri tutmaya yönelik
faydalanma ve yararlar
elde etme makamlarına
uygulanmaz. Mesela yemeğe
başlarken besmeleyi söylemek
sünnetle belirlenmiş bir
emirdir. Halbuki, ‘’ Allah
adına yemek yiyorum ‘’
demek hoş değildir.
Bundan sadece, ‘’
Allah’ın ihsan ettiği
yemeği yiyorum ‘’ manası
anlaşılabilseydi doğru ve
meşru olurdu. Fakat,
yedirmekte değil de
yemekte Allah’ın yerine
yapmak, yani, Allah’ın
namına yiyorum, demek,
anlamsız ve Allah’a
karşı takınılması gereken
terbiyeye aykırı bir
söz olur. Hatta,
‘’ Allah adına ibadet
ediyorum ‘’ demek de
doğru değildir. Çünkü
ibadet Allah’a olursa
da, Allah namına,
Allah’ın yerine değil,
kulun kendi vekâletini
kuvvetlendirmek için, kendi
adına ve doğrudan
yapılır. Halbuki, ‘’filanca
adına istiyorum ‘’
diyen bir vekilin,
bir elçinin veya
‘’ filan adına hüküm
veriyorum ‘’ diyen bir
hakimin makamı böyle
değildir. Orada kendi
kişiliğinden sıyrılarak, istekte
veya hükümde vahdet-i
vücut, yani o
varlıkta tek bir
varlık gibi olunduğu
ortaya konulur. Mesela o
hakim, bağlı olduğu
hükümet başkanının kişiliği
içinde kendi kişiliğini
yok etmekle, yetki
aldığı kaynağın asıl
olduğunu ve varlığının
onunkiyle bir olduğunu
açıklamış bulunur. Bu
da başkasının elçisi,
vasisi olma, hüküm
vermek ve birtakım
yetkiler kullanmak gibi
özel makamların birinde
bulunan Müslümanın söyleyeceği
besmeleye uygun düşebilirse
de, besmelenin söylenmesinin
meşru ve uygun olduğu
her yere uygulanması
mümkün değildir.
Biraz daha
net ve anlaşılır
şekilde özetlemeye çalışacağım;
‘’ Allah, mesajlarını
onlara iletmek, onları
arındırmak ve onlara
ilahi kelamı ve
hikmeti öğretmek için
içlerinden kendileri gibi
beşerden bir elçi
çıkararak müminlere lütufta
bulunmuştur. Halbuki daha
önce apaçık bir
sapıklık içinde bulunuyorlardı. ‘’ Al-i
İmran Suresi 164.
Ayet.
‘’ Sınırsız kudret
ve nüfuzuyla Allah
meleklerden de, insanlardan
da elçiler seçer.
Ama yine de
her şeyi gören,
her şeyi işiten
Allah’tır. Bu elçilerin
bildikleri sınırlıyken, O,
onların gözleri önünde
olanları da, onlardan
gizli tutulanları da
bütünüyle bilmektedir. Çünkü
her şey, tüm
olaylar ve olgular
başlangıç ve dönüp gidilecek yer
olarak Allah’a dönmektedir. ‘’ Hac
Suresi 75.76. Ayetler.
‘’ İşte sana
da ey Muhammed,
kendi buyruğumuz altında
hayat veren bir
mesaj vahyettik. Bu
mesaj sana gelmeden
önce, sen vahiy
nedir, iman nedir
bilmezdin. Ama şimdi
bu mesajı bir
ışık yaptık ki
onunla kullarımızdan dilediğimizi
doğru yola ulaştıralım. Şüphesiz sen
de insanları onunla
doğru yola ulaştıracaksın. Göklerde
ve yerdeki her
şeyin maliki olan
Allah’a götüren yola.
Gerçek şu ki,
her şeyin başı
ve sonu Allah’tadır. ‘’ Şura
Suresi 52.53. Ayetler.
‘’
Düşün yücelerden inen
Allah’ın mesajının gözler
önüne serdiğini! Sizin
bu arkadaşınız ne
sapmış, ne de
aldatılmıştır ve ne
de kendi arzu
ve heveslerine göre
konuşmaktadır. Bu size
ilettiği, kendisine indirilen
ilahi vahiyden başka
bir şey değildir.’’
Necm Suresi 1.
..4 Ayetler.
‘’Kullarıma, acıyan,
esirgeyen gerçek bağışlayıcının Ben olduğumu
anlat. En can
yakıcı azabın da
Benim azabım olduğunu!’’
Hicr Suresi 49.50.
Ayetler.
Bu
yukarıdaki ayetlerin konumuzla
ilgisi ne? İşte
bana göre her
şey besmelenin esas
anlamında yatmaktadır. Besmelenin
üzerinde yeterince durulmamasının yine
bana göre en
önemli delillerinden birini
göstereceğim. Bu kısacık
cümlenin dilimize ne
kadar farklı farklı
çevrildiğini, surelerin başlangıçlarına nasıl
farklı farklı yazıldığını.
Diyanet …………………………………………………….. Rahman
ve Rahim olan
Allah’ın adıyla
Yaşar
Nuri Öztürk …………………………………….. Rahman ve Rahim
Allah’ın adıyla
Elmalılı Hamdi
Yazır …………………………………. Rahman,
Rahim Allah’ın adıyla
Muhammed Esed
…………………………………….. Rahman, Rahim Allah
adına
İşte bütün
anlatmaya çalıştığım buydu.
Hz. Peygamber kendi
arzu ve heveslerine
göre konuşmadı. Allah,
mesajlarını bizlere iletmesi,
bizlere bu ilahi
kelamı öğretmesi için
Hz. Peygamberimizi seçti. Peygamberiniz,
elçim, Benim adıma,
‘’ Rahman, Rahim Allah
adına ‘’ konuşmaktadır dedi
bize. Yani besmele
kelimelerini Allah adına
konuşmayan biri kullanamaz.
Buradan çıkardığım
sonuç hep yapıldığı
gibi besmeleyi Arapça
okumamanın gerektiğidir.
Çoğunluk zaten anlamını
bilmiyor, ama bilen
de bilmeyen de
bana göre yanlış
kullanıyor. Tevrat’ta On Emir’de
‘’ Allah’ın Rabbin
adını boş yere
ağza almayacaksın; çünkü Rab
kendi ismini boş
yere ağza alanı
suçsuz tutmayacaktır. ‘’
deniliyor. Acaba Allah’ın
ismini boş yere ağza almak
ne demek? Benim
aklıma böyle şeyler
geliyor. Yanlış kullanılan
besmeleler, anlamsız bir
şekilde Allah’ın ismini
ve özellikle namaz
sonraları Allah’ın isminin
geçtiği bazı kelimeleri
defalarca tekrar etmek
gibi. Besmeleyi Türkçe’ sine çevirdiğimiz
zaman isteyen istediği
şekilde söylesin, ben
örneğin Fatiha Suresine bazen ‘’ Rahman ve
Rahim olan Yüce
Allah’ım ‘’ diyerek başlıyorum , bazen de
sadece ‘’ Yüce Allah’ım ‘’
diyorum . O zaman şimdi
Fatiha Suresi ;
Rahman, Rahim Allah
Adına
Hamt, âlemlerin
Rabbi Allah’adır
Rahman’dır, Rahim’dir
O
Din gününün
Malik’i, sultanıdır O
Yalnız sana
ibadet ederiz ve
yalnız senden yardım
dileriz
Dosdoğru
giden yola ilet
bizi
Kendilerine nimet
verdiklerinin, üzerlerine gazap
dökülmemişlerin, karanlığa, şaşkınlığa
saplanmamışların yoluna.
‘’ Rabbimiz! Sadece
sana ederiz kulluğu,
ibadeti ve sadece
senden dileriz yardımı,
iyiliği.’’ Rabbimiz bize söz
hakkı veriyor ve
biz de vicdanımızla
konuşarak söze başlayıp
bu sözleşmeyi yapıyoruz. Böylece de
Allah’a ait oluşumuzu
anlaşmaya bağlıyoruz. ‘’
Senden dileriz yardımı,
iyiliği Ya Rab! ‘’
derken, bizim de
kısmi bir irademizin
ve bir şeyi
yapıp gerçekleştirme hak
ve yetkimizin olduğunu
anlıyoruz. ‘’ Yalnız sana
ibadet ederiz ve
yalnız senden yardım
dileriz. Dosdoğru giden
yola ilet bizi.
Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine
gazap dökülmemişlerin, karanlık
ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna.’’
İşte ezeli ve
ebedi bütün hayat
denklemi bunun içindedir.
Basit birkaç cümle
gibi görünen Fatiha,
yaratıcının, yaratılışın, yaratılanın
bütün sırlarını toplayan
evrensel bir kanundur.
Sadece Allah’a kulluk
edip yardımı da
sadece O’ndan talep
etme hususundaki sözleşmeyi
sırtlamış olan Müslümanlara
‘’ Allah, sizleri
yeryüzüne varis kıldı.
‘’ Fatır Suresi
39. Ayet, ve
‘’ Yeryüzüne dürüst
ve erdemli kullarım
varis olacaktır. ‘’ Enbiya
Suresi 105. Ayet,
buyurulmuştur.
‘’ Hamt Allah’adır.’’
Hamt, isteyerek yapılan
bir iyiliğe veya
onun kaynağı olan
bir güzel davranışa
ve sahibine karşı,
içten gelerek, saygı
ifade eden güzel
bir karşılıkta bulunmaktır.
Şükür ve teşekkür,
isteyerek yapılmış bir
iyilik ve ihsana
karşı dille veya
başka şekillerde uygun
mukabelede bulunmaktır. Hamt,
yalnızca Allah’a mahsustur,
çünkü başkalarına ait
olan iyilik ve
güzellikler, gerçek manasıyla
onların isteklerine bağlı
değildir. İnsanların kendi
isteklerine bağlı iyilik
ve güzelliklerde Allah’ın
da iradesi vardır.
Onların irade ve
isteklerine bağlı olmayan
iyilik, güzellik ve
hizmetler ise doğrudan
yaratıcının, fıtrat ve
özellikleri takdir edip
yaratarak insanlara bahşeden
kudretin eseridir. Dolayısıyla
bu manada hamdın
tamamı Allah’a mahsustur,
O’na aittir. Hamt,
kısmen methetmek ve
kısmen de teşekkür
ile birleşen güzel
ve ciddi bir
sözdür. Övgü, hayat
aktivitesi ve seçme
gücü olana da olmayana
da yapılır. Örneğin ;
güzel bir mücevher
ve güzel bir
at methedilebilir, fakat
bunlara hamt edilmez.
Hamdın ifade ettiği
övgü ve yüceltme,
bunları bağışlayan irade
sahibi zata yapılır
ve hatta o
zatın iyiliğine, ilmine
yapılır. Bu iyiliğin,
hamt edip övene
ulaşmış bir iyilik
olması şart değildir.
Ama şükür için
bu da şarttır.
Zira şükür, kişiye
ulaşmış bir nimete,
söz, fiil, kalp
ile, o nimeti
lütfedene saygı ile
karşılıkta bulunmaktadır. Sadece
fiil veya kalp
ile yapılan şükür,
ne övgüdür, ne de hamt.
Fakat dil ile
sözlü olarak yapıldığı
zaman, hem hamt
hem de övgü
olur ve böyle
bir hamt da
şükrün başıdır. Bu
nedenle hamt, övgüden
genel olarak
daha özeldir, şükürden
de bir yönden
daha genel, bir
yönden ise daha
özeldir. Her hamt
övgüdür, fakat her
övgü hamt değildir.
Hamt, bir ümidin
sevinci ile veya
şükür gibi, gerçekleşmiş
bir nimetlenişin zevk
ve mutluluğu ile
yapılır. Hamt, ‘’ verdi, verecektir ‘’
gibi, geçmiş ile
gelecek arasında dönüp
dolaşan bir coşku
halinden; şükür ise ‘’
işte verdi ‘’ gibi
kesinleşmiş bir geçmişin
gerçekleşme zevkinden kaynaklanan
bir mutluluk ilanıdır.
Şükür, gerçekleşmiş bir
geçmişin saygıyla anılması
olduğu için daha
zordur, yapanlar da
daha azdır. Çünkü
varlığın akışı hep
geçmişten geleceğe yönelik
olduğu için, insanlar
yaradılışça geleceğe eğilimlidirler. Ama
belleği çürük, boyunları
hareketsiz, gözleri sadece
ileriye dikilmiş olan
hayat yolcularının, şeytanın
baskınından korunmak için
kurtuluş garantileri yoktur.
Fakat, gaflet içinde
bulunan insanlık dünyasında bu
durum pek çok
görülmektedir.
Yağcılık düşüncesiyle,
aslı olmayan bir
ümit uğruna insanları
sürekli öven pek
çok insan görüle gelmiştir ki,
bunlar, amaçlarına ulaştıkları
ilk andan itibaren
birer nankör kesilmişlerdir. İnsanlar
üzerinde hayalin etki
ve egemenliği, gerçekten
daha çoktur, fakat
bu doğru değildir. Asıl egemenlik
hayalin değil, gerçeğin
egemenliğidir. Ama hayal
olunan gerçeğe ulaşmanın
öyle şaşırtıcı bir
kendinden geçiş hali
vardır ki, bunda
‘’ gerçek ‘’ kendinden başka
her şeyi siliverir
ve gerçeğin kendisine
eremeyenler ona katlanamazlar
ve bunun için
insanlık ona, kendisinden çok,
karşısında gördüğü zaman
değer verir. Bu
nedenle bilinçli bir
hakikat adamı olmak,
son derece zor
ve olgun bir
Müslüman olmak da,
aynı şekilde çok
güçtür. Şükür, gerçek
düşkünü kimselerin göstergesi
olduğundan ‘’ Kullarım arasında bile hakkıyla şükredenler
çok azdır!’’ Sebe
Suresi 13. Ayet, buyurulmuştur.
Bununla birlikte
hamt da, saygı
gösterme ve değer
verme anlamı daha
çoktur. Çünkü, bunda
meydana gelmiş olan
lütuf, hamt ediciye
ulaşmamış olduğu için,
bir taraftan daha
fazla hakka dönük
ve menfaat beklentisi
olmayan bir saygı
alametidir. Diğer yandan,
kendisi hakkında, henüz
kendisine ulaşmamış olan
nimeti, ulaşmış gibi
kabul ettiren bir
takdir payı bulunmaktadır. Bir
de şükrün kısımlarından
olan kalbin eyleminin
gizli bir şey
olması, şükrün çeşitlerinin
en mükemmelinin, dil
ile yapılan hamt
olmasını gerektirir. Bu
şartlarda, dil ile
yapılan güzel zikirler,
hürmet bildiren sözler, özel
saygı ifade eden
sözler hep hamt’ dır.
Hamt kelimesi de,
bütün bu saygı
uyandıran, bildiren sözlerin
en sonunda varıp
dayandığı anlama uygun
düştüğünden, ‘’ hamt olsun’’
denildiği zaman bütün
bu saygılara layık
olan bir güzellik
veya iyilik çerçevesinde,
bir mutluluk sevinci
ve bahtiyarlık duygusu
ilan edilmiş olur
ki, bu bir
taraftan o güzellik
ve iyiliğin özgür
irade sahibini övmek,
diğer taraftan da
hakkıyla o mutlulukla
övünmek anlamlarını dile
getirir. Nimeti dile
getirmek kendi kendine
övünmeden ileri gelen
bir gururlanma değil,
nimet bilmezliği gideren
büyük bir erdemdir.
Daha doğrusu, hamt,
herkesin ermek istediği,
fakat çok az
kimselerin ulaşabildiği en
yüksek bir olgunluk
zirvesidir. Çünkü insan
olmak açısından bakıldığında,
bütün mutluluklar iki
kelime ile özetlenebilir: Nimetlenmek
ve başkasına nimetler
vermek. Nimetlenme konumunda
bulunanlar ancak nimetlendikleri şeyleri
hissedip değerini bildikleri
zaman hamt ederler.
Çünkü mutluluk, nimetlenmenin
kendisinde ve bunun
miktarında değil, niteliğinde,
yani nimetlenme zevkinin
takdir edilip hissedilmesindedir. Ve
zaten nimetlenmenin anlamı
da budur.
Başkasına nimet
verme makamında bulunanların
mutluluğu da salt
nimet vermede değil,
verilen nimetin değerini
bilecek ve bunun
manevi zevkiyle mutluluk
duyacak layık bir
yere ulaştırmasında ve
ulaştığını da apaçık deliliyle
seyrediştedir. Bu delil
ise, hamt edenin
hamdıdır. Bunda, o
nimeti ulaştırış ve
ulaşmasını gözlemlemekteki zevk
de, ‘’ kendisine hamt
edilenin mutluluğunu oluşturur.
Ve biz biliriz
ki, nimet verme
makamı, nimetlenme makamının
üstündedir. Bu nedenle
‘’hamt edilme makamı ‘’
mertebelerin en mükemmeli
ve amaçların da
en yücesidir. O
halde bu makamın
sağladığı mutluluk da en
büyük mutluluktur. Bu
mutluluğun sağladığı coşku
da, öncelikle, bir hamt
ile neticelenmeyi gerektirir.
‘’ Hamt edilmeye layık
olana hamt ediş ‘’
demek olan bu
hamt ise, nimetler
vermenin artırılmasına ve
dolayısıyla ‘’ hamt ediş
ve övülüş ‘’ durumunun
çoğalmasına sebep olur. ‘’ Bana
şükrederseniz muhakkak ki
size kat kat
fazla veririm ‘’ İbrahim
Suresi 7. Ayet,
buyurulması bundandır.
Alem, maddi
ve manevi, görülen
ve görülemeyen, dünyada
ve ahirette Yüce
Allah’ın yarattığı her
şeydir. Alemlerin Rabbi denildiği zaman,
Yüce Allah’ın ezel
ve ebed’de tam ve
eksiksiz malik olduğunun
anlaşılması gerekirse de,
bir yandan ilahi
rahmetin engin genişliği,
diğer yandan da
insanlığın gafil olması
sebebiyle, içinde bulundukları
bu zaman diliminde,
ödül ve ceza
verme gününde bile
bir tür hakim
ve malik olabilecekleri düşüncesinin
az ya da
çok akla gelebileceği
ihtimalini bütünüyle ortadan
kaldırmak için ‘’ O,
din gününün malikidir ‘’
buyurulmuştur. Ve burada
biraz uyarma, biraz
korkutma yapılmıştır.
Dinin şartı
akıl ve seçebilme
gücüdür. Bunlar dinin
şartı, dindarlık duygusunun
da temel esasıdır.
Akıl bulunmayınca, dinle
ilgili şeyler ve
sorumlu tutmak bulunmayacağı
gibi, seçebilme gücü
bulunmadıkça da, dinin
yönlendirmesi ve etkisi,
bir başka ifadeyle
dindarlık duygusu bulunmaz.
Bundan dolayıdır ki,
dinde, bilme konusundan
başka bir de
isteme, irade etme
konusu vardır. Gerçekte,
bilgili ve akıl
sahibi olmak, dindar
olmak için yeterli
değildir. Dindar olmak
için, dini hem
bilmek ve hem
de istemek, sevmek
gerekir. Bu nedenle,
ilim ile irade
ve akıl ile
seçebilme gücü, dindarlık
hissi ve dini
benimsemenin temel direğidirler.
Dindarlık hissine sahip
olma, insanın niteliğidir
ve psikolojik bir
kavramdır. Din, ilahi bir
kurum iken, dindarlık
duygusuna sahip olmak
bir insan çabasını
ifade eder.
Dinin yararı
bizzat iyi olan
amellerdir. Yani, sahibinin
kendi düşüncesine ve
kendi bakış açısına
göre değil, bizzat
işin özünde ve
hak ölçüsünde iyi
olduğu için yararlı
olan iş ve
davranışlardır. Bu nedenle
asıl dindarlık, iyiyi,
Hak nazarında iyi
olduğu için seçip
yapmaktır. İyi ise,
gerçekte, genel olsun,
hususi olsun, başkasına
şimdi veya gelecekte
faydalı olandır. ‘’ İyiliği, gerçekten
iyi olduğu için
yapmak ‘’ demenin, onu ‘’
Allah adına yapmak ‘’
demek olduğu gayet
açıktır. Çünkü, ‘’ şu
iş gerçekten bir
iyiliktir ‘’ demek, sadece
sana, bana göre
değil, bizzat kendi
içinde Yüce Allah
nazarında iyiliktir, demenin
bir başka biçimidir.
Ve Yüce Allah’ın
katında iyilik olan
her işin de
bir ödülünün, karşılığının
bulunduğu kesindir. Ve
bunun en büyüğü
de Allah’ın hoşnutluğudur. Çünkü
Yüce Allah, her
iyiliğin, her mükâfatın
ve her nimetin
kaynağı ve güvencesidir.
Hakkın hoşnutluğuna ulaşmanın
en büyük aracı
da Hakka razı
olmaktır. Ve Hakka
razı olmayan, iyiliği,
sadece iyilik olduğu
için sevip yapamaz;
kendisine dönük, şimdiden
gözlediği bir çıkar
arar. Gerçi iyiliğin
her halükarda karşılıksız
olması şart değildir
ve zaten Hak
katında da, yok
olan ve boşa
giden hiç bir
iyilik yoktur. Fakat
bir iyiliğin hemen
şimdi, böyle bir
çıkar endişesiyle yapılması,
Hakka faydalı olmak
için değil, Haktan
yararlanmak için yapılan
ve bu nedenle
karşılığını Yüce Allah’tan
peşin isteyen bir
takastır. Bu ise,
iyiliği, bizzat iyilik
olduğu için yapmak
ve Hak ile
bir alışveriş yapmak
değildir. Karşılığını Haktan
isteyerek iyilik yapmak
ise, her durumda
Hak ile bir
alışveriş yapmak ve
gerçek ile iyiliği
tanıyarak yapmaktır. Bu
da iyiliği, gerçekten
iyilik olduğu için
yapmak demektir. Çünkü
iyilik, özü bakımından
ve gerçekten böyledir.
Fakat karşılığını sadece
ahirette umarak iyilik
yapmak, daha yüksek bir
olgunluk mertebesidir. Demek
oluyor ki, Hakkı
tanımayan ve Hakka
yüksek bir saygı
beslemeyenlerin, iyiliği hakkıyla
tanımak ve onu,
gerçekten iyilik olduğu
için yapmak olasılıkları
yoktur. İyiliği sevmenin
ilk şartı da, Hakkı sevmektir;
samimiyet ve içtenliğin
ilk koşulu da,
Hakka yüksek bir
saygı göstermektir.
İşte bunun
içindir ki, hak
dinin gerçek, ayırt
edici özelliği, Allah
tarafından konulmuş bir
yasa olmasıdır. Çünkü,
insanlar tarafından konulan
ve uydurulan diğer
şeyler, Yüce Allah’ın
zatına ait değildir
ve şahsi bir
takım amaçlara bağlıdırlar. Bu
ise iyiliğe değil,
şirk ve kavgaya
sürükler ve iyi
niyetle iyiliğe yöneltme
amacını hiç içermez.
Çünkü şahsi menfaat
lekesi hissedilen her
hangi bir yönlendirmede, insanın
seçebilme gücü derhal
bulanır ve bozulur.
Ve zaten şahsi
amaçlar, iyiliğin bile
iyilik olarak algılanmasına
engeldir. Fakat bir
dinin Allah tarafından
konulduğu nasıl anlaşılır? Bu
nokta dinin en
önemli meselesini oluşturur.
Şüphesiz, Allah tarafından
konulmuş din, bizzat
Allah’ın ilim, irade
ve rızasını gösteren
deliller ile anlaşılır
ki, bunların en
kuvvetlisi Kur’an gibi
Allah’ın hitabı olan
kitaptır. Kalp ile
akıl bu hitabı,
düşünüp delillendirerek anlar
ve kabul eder. Bu noktada
bazı filozoflar, vicdani
sezişi, sezgiyi yeterli
görmüşlerdir. Fakat, genel
anlamda vicdani sezgi,
oldukça kişisel bir
araçtır. Ve alemde,
her kişinin kendine
özgü bir vicdanı,
sezgisi, sezişi vardır.
Ve o halde,
fertler sayısınca da
din var demektir.
Oysa ki gerçek
tek olduğu gibi
Hak din de
tektir. O halde,
dinin Allah tarafından
konulduğu, her şeyden
önce, insan ruhuna
bütün varlığıyla uygun
apaçık bir ilim
ile ortaya çıkmalıdır
ki, bu gerçeğin,
bizzat Hakkın koyması
ve hitabı olduğu
kendi kendine ortaya
çıksın da, neticede
akıllar deneylere ve
delillere tutunma yoluyla,
kalpler de manevi
seziş ve açılımla
bundan feyz ve
bereket alsınlar. İşte
bu zorunlu ilme,
din dilinde vahiy
denir. Şu bilinmelidir
ki, Allah tarafından
ortaya koyma ile
insan tarafından koyma arasındaki en
önemli fark, konulan
o şeyin ortaya
çıkışında insan iradesinin
etkin olup olmamasıyla
ilgilidir. Yoksa ilahi
konuluşun hemen, insanlığın
dış görünüşünde ortaya
çıkması şart değildir.
Ve gerçekte, insan
ruhunda ortaya çıkan
şeylerin önemli bir
kısmı, insan tarafından
konulmuş şeyler değildir.
Bu nedenle Hak
dini oluşturan hitap
ve ilahi kanun
Allah’ın iradesini gösteren
bir zorunlulukla var
olur da apaçık
bir vahiy ile
ortaya çıkar. Ve
sonra zorunlu ilim
ve veriler, bir
taraftan deneysel ve
tarihi belgelemeler, diğer
taraftan akli deliller
ve kalbi sezişler
ile çalışma vasıtasıyla
gelişir. Ve vahyin
daima vicdanda bir
örneği ve benzeri,
akılda da delili
vardır.
Hak
din başlangıçta peygamberlik
denilen bir ilahi
konuluş ile var
olur ve bu
tecelli insanda ortaya
çıkar. Böylece gerçek
din insanlığın koyduğu
bir şey olmaz.
Burada bilgiler uydurulmaz,
alınır ve bunun
için ilimde, insanın
iç alemi ile
dış alemi arasında
bir gerçeklik bağı
bulunur ki, bu
ilahi bir yasadır.
Ruhun kendi seçimlerini
de karıştırarak ürettiği
fikirlerde ise bazen
ilim bulunur, bazen
bulunmaz; bu da
insanın koyduğu, uydurduğu
bir şey olur.
Şu halde din,
Allah’ın koyduğu bir
şeydir. Gerçeğin bu
şekilde onaylanması da,
onun, insan arzu
ve iradesinden soyutlanarak
düşünülmesine bağlıdır. Özellikle
din gibi, doğrudan
doğruya insanların eylemleri
ve durumları ile
ilgili ve insanın
tercihte bulunmasının kaynağı
olan davranış yasalarında
bu gereklilik daha
kesindir.
Hak
dinin ayırt edici
özelliği, akıl sahibi
varlıkları, bizzat kendilerinin
güzel seçimleriyle gerçek
iyiliklere yöneltmektir. Diğer
bir ifadeyle, hak
din zorla değil,
seve seve iyilik
yapan, irade sahibi
etkin insanlar yetiştiren
bir eğitim yasasıdır
ve bütün mutluluklar
da o iyiliğin
nedenidir. Demek ki,
dinin iyiliğe yönlendirişi
mecburiyete ve zorlamaya
dayanmıyor. O önce,
insanı kendi seçimiyle
davranmaya teşvik eder
ve ona, güzel
bir seçimde bulunmanın
ölçüsünü verir. Güzel
netice ile kötü
neticeyi göstererek dikkatini
uyandırır ve iyiliğe
yönelişi, insanın kendi
isteği ile yaptırmak
ister. Bunun için
dinde zorlama yoktur
denilir. Çünkü iyiliğe
zorlanıldığı zaman, o
iyiliğin faali zorlanan
değil, onu zorlayan
ve emredendir. Halbuki
din, insanı olgun,
iyiliği isteyen ve
iyiliği yapan özgür
bir fail haline
getirmek içindir. Bu ise sadece
dinin kendisinde değil,
insanın doğruyu seçebilmesinde, onu
din olarak yaşamasında,
uygulamasında ve bunun
peşinden Allah’ın kendisini
başarılı kılmasındadır. ‘’ Eğer
siz Allah’a yardım
ederseniz, O da
size yardım eder ve
adımlarınızı sağlamlaştırır.
‘’ Muhammed Suresi
7. Ayet. Bu
güzel seçime dindarlık
duygusuna sahip olmayanlar,
ya diğerlerinin zorlamasıyla
iyiliğe sürüklenen ve
kendi iradesine sahip
olamayarak, onların uygulama
aracı olan ve
zorlanan bir fail
olarak kalır veya
kötülük ve bozgunculuk
nedeni olur gider.
Bu nedenle şunu
ayırt etmek gerekir
ki, dinin yönlendirmesi başka
şeydir, dine yönlendirme
yine başka bir
şeydir. İlim gibi,
dinin de yönlendirmesi zorlamayla
değildir. Çünkü, akli
gereklilik, fiili gerekliliğin
nedeni değildir. Fiili
gerekliliğin nedeni, irade
ve kuvvettir. Fakat
Hak dine yönlendirme,
bizzat evrensel bir
iyiliktir. Sonuç olarak
din, iman ve
amel konusu olarak,
akıl ve seçebilme
gücüne sunulacak Hak
ve iyilik kanunlarının
genel toplamıdır. Dindarlık
duygusu da, bu
kanunların genel ve
yerinde seçimlerle uygulanmasıdır.
Hamt, Allah’a
mahsustur. Çünkü Allah
buna hem zatı,
hem de sıfatları
bakımından layıktır. Zat
olarak layıktır, çünkü
‘’ Alemleri Rabbidir. ‘’ ve
çünkü ‘’ Rahman’dır ‘’ ve
çünkü ‘’Rahim’dir ‘’ ve
çünkü ‘’ Din
gününün maliki’ dir.’’ Saygı
göstermenin her türlü
şekil ve sebeplerini
kapsayan bu haber
ve haber verileni
vurgulama ve kanıtlamadan
sonra da, aynı
önerme ve deliller
bir isteğe ve
yükümlülüğe de işarettir.
Sanki Yüce Allah
şöyle buyuruyor : ‘’Ey
insanlar! Ey akıl
sahibi varlıklar! Salt
güzellik ve mutlak
kemale saygı gösterenlerden iseniz,
Ben Allah’ım, her
kemal ve mükemmellik
benimdir. Eğer güç ve iyiliğe
saygı gösterenlerden iseniz,
Ben Alemlerin Rabbiyim.
Ve eğer geleceği
umarak saygı gösterenlerden iseniz,
Ben Rahman ve
Rahim olanım ve
eğer korku ve
ürperiş ile saygı
gösterenlerden iseniz, Ben
din gününün Malikiyim.
Bu nedenle, saygı
gösterme gerekçelerinin tamamını
kendinde bulunduran bir
gerçek Tanrıyım! ‘’ Bunu
duyan akıl sahibi
muhataplar da, ‘’ Acaba
Yüce Allah’a nasıl
ve ne şekilde
hamt edelim ? ‘’ diye
elbette kendi kendilerine
soracaklardır. İşte buna
cevap olarak, ‘’ yalnız
sana ederiz kulluğu,
ibadeti ve yalnız
senden dileriz yardımı ,
iyiliği, Ya Rab! ‘’
buyurulmuştur. Böyle deyiniz
anlamını ifade ettiği
halde, deyiniz emrini
açıkça zikretmeye gerek
bırakmamıştır. ( İşte
Fatiha Suresinin kilit
noktalarından biri )
Peki,
ibadet nedir?
Din
dilinde ibadet, niyete
bağlı olarak, yapılmasında
sevap olan ve
Yüce Allah’a yakınlık
ifade eden özel
bir itaattir, sadakat’ tır.
İtaat, niyete bağlı
olsun olmasın ve
kimin için yapıldığı
bilinsin bilinmesin, yapılması
sevap olan bir
fiili yapmaktır. Allah’a
yakınlık, niyete bağlı
olmasa bile, yapılması
sevap olan fiili,
kime yapıldığını bilerek,
yani yakınlaşmak istediği
zatı tanıyarak yapmaktır.
Dolayısıyla her ibadet,
Allah’a bir yakınlık
ve her yakınlık
da bir itaattir.
Fakat her itaat Allah’a
yakınlık olmaz ve her yakınlık
da ibadet olmaz.
İbadet, insanın ruh
ve beden, iç
ve dış olarak,
bütün varlığıyla yalnız
Allah’a yapılan, bilinçli
bir itaat ve
yakınlaşmadır. Her şeyden
önce bunda niyet
şarttır. Niyet ise,
yapılacak fiilin meydana
getirilmesinde ancak Allah’a
itaati ve yakınlaşmayı
istemek demek olan
sonradan yaratılma bir
istektir. Bu niyetle beraber
Allah katında itaat
sayılacak bir işin
ortaya konulması gerekir
ki, yapılan şey
ibadet olsun. Yoksa
yalnız istemek, arzu
etmek gibi insanın
içinde kalan düşünce
ve değerlendirme, itaat
ve yakınlaşma olsa
da, ibadet olmaz.
Bunun içindir ki,
ibadetlerin başı olan
imanda sadece kalbin
onaylaması yeterli olmaz
da, bunun hiç
olmazsa dil ile
açıklanarak, dışarıya çıkarılması
gerekir. Bunun gibi
niyet etmeksizin yalnız
dış çerçevede yapılan
fiiller de, ne
olursa olsun, ibadet
olmaz. Niyetsiz yatıp
kalkmak namaz değil,
niyetsiz aç durmak
oruç değil, niyetsiz
vermek yardım ve zekât değil,
niyetsiz Kâbe’ye seyahat
edip dolaşmak hac
değil. Yani, Allah’a
itaat ve yakınlaşma
amacıyla yapılmayan fiiller
ibadet sayılmaz. Görülüyor
ki dilimizdeki kullanımlarına göre
‘’ tapı - tapmak – tapınmak ‘’
kelimeleri ibadetin değil,
genel anlamda itaatin
manası olabilecektir. Hatta,
‘’ tapmak ve tapınmak ‘’
kelimelerinden, az çok ne yaptığını
bilmemek gibi bir
bilinçsizlik anlamı anlarız
da, bu kelimeleri
‘’ puta tapmak, haça
tapmak ‘’ gibi yerlerde
kullanırız. Bu nedenle
sana ibadet ederiz
yerine sana tapınırız
demek dilimizdeki inceliği
kaybetmek olur. Kulluk
etmek, bilinç bakımından,
tapmak kelimesinden daha
iyidir. Bu da
boyun eğme anlamını
içerir. Boyun eğmeyi
açığa vurmak, bunun
daha kuvvetlisi olarak
boyun eğip gönülden
bağlanışın, saygı ve
hürmet edişin en
son derecesidir.
Hz.
Peygamberin vefatı üzerine
bütün ashap-ı kiram
çok etkilenip üzülmüş
ve adeta şaşırmış
idiler. Hz. Ömer
bile ‘’ Peygamber vefat
etmedi ve etmez;
her kim öyle
derse boynunu vururum ‘’
demeye kadar varmıştı.
Fakat Hz. Ebubekir:
‘’ Muhammed de ancak bir
peygamberdir; ondan önce
de peygamberler gelip
geçti. Şimdi o
ölür veya öldürülürse,
siz de topuklarınız
üzerinde gerisin geri
dönüverecek misiniz? ‘’ Al-i İmran
Suresi 144. Ayeti
okuyup, ‘’Ey müminler,
eğer Muhammed’e ibadet
ediyorsanız, işte o
vefat etti ve
eğer onu gönderen
Yüce Allah’a ibadet
ediyorsanız, O sonsuz
diri olup ölmez
olandır’’ anlamındaki söylevini
verince, ashap-ı kiram
kendilerini toplamışlardı. Bu
gerçek her zaman
aynı gerçek ve
bu kanun her
zaman geçerli olan
bir kanundur.
Gönüller ölümlü
şeylere bağlandığı zaman,
çoğunlukla ümit kaynağı
ile korku kaynağını
başka başka görür
ve o zaman
bakarsanız, bir tarafta
gönül alıcı ve
çelici sevgi mabutları,
bir tarafta da
korku mabutları dizilmiştir.
İkisinin arasında kalan
zavallı kalp ise,
ikisine de kendini
sevdirip korkusunu savuşturmak,
ümit ettiğine ermek
için ne ürperişlerle
kıvranır, akıl dışı
ne boyun eğişler,
ne saygılar göstererek
çırpınır, tapınır ve
onun düşüncesine göre,
bu bir ibadet
olur. Fakat ne
fayda ki onun
gözünde ümidi veren
başkadır, korkuyu veren
başkadır. Böyle olunca
da bütün çabalar
boşa gider ve
anlamsız olur. Ümit
ve korku aynı
kaynaktan gelen birer
etki olarak duyulmalıdır
ki, birinin yerine
diğerini geçirmek mümkün
olsun. Tek bir
Rab, ayrı ayrı
Rablardan hayırlıdır. Ölümlü
şeylerde bu birlik,
er geç ayrılıp
dağılmaya mahkûmdur ve gerçekte bir
tek Rab, benimle
bilincimi, bilincimle dış
dünyamı kontrol edip
denetleyen Yüce Allah’tır
ve ben Allah’a,
Allah’ın kanununa ibadet
etmeliyim. Tam anlamıyla
ibadet, insanın tam
çaresizliği ile Allah’ın
sonsuz kudretinin, insanın
eksiksiz boyun eğişi
ile Allah’ın eksiksiz
bir büyüklüğünün, korkular
içinde titreyen arzular
ile beklentileri gerçekleştiren Allah’ın
bir karşılaşma şeklidir.
Çaresizliğini duymayan büyüklük taslayıcılar,
hiçbir korku yokmuş
gibi görünen gafil
iyimserler, hiç bir
ümit beslemeyen ümitsiz
kötümserler bu şereften
mahrumdurlar.
İnsanlar maddi
ve manevi hayatlarını
düzenlerken doğrunun yanında
yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz,
saptırıcı yollara da
yönelmişlerdir. Sapmanın ve
yanılmanın sebeplerinden biri
insanın kendini yeterli
sanması, bilgi ve
güç almak için
Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. ‘’Gerçek şu
ki insan fütursuzca
azar, ne zaman
kendini yeterli görse.
Oysa, herkes eninde
sonunda Rabbine dönecektir.’’
Alak Suresi 6.7.8.
Ayetler. ‘’ Bize doğru
yolu göster ‘’ duası aynı
zamanda Rabbin, kullarına
bir uyarısıdır. Eğer
insan kendi kendine
yeterli olsaydı, doğru
yolu görmesi ve
bulması için bir
başkasına ihtiyacı olmazdı.
Yaratıcı bu talimatı
verdiğine göre kula
düşen, ilahi uyarıya
kulak vermek, insani
bilgi ve kabiliyetlerini bu
doğru yolda kullanarak
her adımını doğru
atması için Allah
tarafından sağlanan imkânları
gerektiği gibi kullanmaktır.
Ya
Rab! Biz başkasının
değil, yalnız senin
Rab ’lığını onaylarız, ancak
sana boyun eğeriz.
Sadece sana sunarız
boyun eğişimizi ve ancak sana
itaat ederek sükûnet,
rahatlık ve iç
huzuru buluruz. Çünkü
bütün korku ve
ümidimizin, her şeyden
önce de, en
sonunda da yöneleceği
makam, yalnız Senin
makamındır. Sen korku
vermezsen korku yok,
Sen ümit vermezsen
ümit yok. Ruh
senin malın, beden
senin malın. Bütün
varlık senin malın;
bize verdiğin duygular,
eğilimler, hayaller, düşünceler
ve istemler ile
vicdan gerçeği de
senin lütfun ve
senin merhametin. Bu ise bütün
iç huzurunu, sana
övgü ve teşekkür
ile bağlılık sunmak
için, ancak senin
emrine vermede buluyor.
Alemde ben
Allah’tan başkasına hürriyetimi
veremem ve ancak
O’na ve O’nun
emrine boyun eğerim.
İtaati sever, başkaldırıdan
nefret ederim. İyiliğe
koşar, kötülükten uzaklaşırım,
hayrın başını da
Hakta bilirim. Allah’ın
emrine uymayan, Yüce
Allah hesabına yapılmayan
hiç bir şeye,
ölürüm de baş
eğmem. Çünkü ben
yoktum, o beni var
etti ve olgunlaştırıp
bana hürriyet verdi.
Bu can, bu
vicdan ve bu
hürriyet bende O’nun
bir emanetidir. Bunu
yapan, isterse sonsuz
kereler yapabilir. Bu
nedenle O’nun yolunda
her şeyi feda ederim.
Dilediği zaman canımı
da feda ederim,
istediği zaman yıkıp,
istediği zaman yapabileceği
dünyaları da feda
ederim. Bu uğurda
acılara katlanır, iyinin
yanında haksızlıklara göğüs
gererim, eğer katlanamaz,
göğüs geremezsem ölürüm;
O’nun emri zaten
öleceğim. Böyle bir
iman, böyle bir
bağlılık ile ölürüm.
Başlangıcım Hak, sonum
Hak olur; Haktan
gelir, Hakka giderim.
İşte ben Hakkın
böyle bir kuluyum,
kendime kalırsam bir
hiçim, O’na bağlılığımla
ise her şeyim
diyebilmek ve bunda
dürüst olmak, ne
kadar büyüklüktür ve
insan için bundan
daha büyük bir
güç, bir yücelik
nasıl düşünülebilir?
‘’ Yalnız senden
dileriz yardımı, iyiliği
Ya Rab!’’ ayetinden
şunu anlıyoruz ki,
bize bir isteme
yetkisi verilmiştir. Bu
şekilde bizde, birisi
isteğimize bağlı olarak,
diğeri de isteğimize bağlı olmayarak
iki fiil meydana
gelir. Ve her
ikisi de bizden
meydana geldiği ve
bize bağlı olduğu
için bizim fiilimiz
sayılır ve bize
isnat edilir. Teneffüs
eden biz, uyuyan,
ölen biz olduğumuz
gibi, yiyip – içen, oturup – kalkan, şunu bunu hareket
ettiren veya hareketsiz
kılan da biz
oluruz. Ve bunlardan
bizim isteğimizle olanların
yakın sebebi biziz.
Fakat bütün sebebi
ve tam nedeni
biz değiliz, çünkü
biz bunda zorunlu
yardıma muhtacız. Mesela
elimiz ile irademiz
arasındaki doğru ilişki
kurulmamış olsaydı, istediğimiz
zaman elimizi oynatamayacaktık. Nitekim
bazı organlarımızı öyle
oynatamıyoruz. O halde,
fiillerimizde asıl yaratıcı
biz değiliz; yaratma
yalnız yakın sebebe
değil, sebeplerin tamamı
ile eksiksiz bir
nedene nispet edilir.
Yaratıcı etkinlik , yaratan, var
eden Allah’ındır. İsteğimize
bağlı fiillerimiz, isteyen
bir fail ile,
yaratıcı arasındaki bağın
toplamını ifade eder.
‘’ Hiç bir
insan için olacak
şey değildir ki,
Allah, vahiyle veya
perde arkasından konuşması
dışında ona bir
söz söylesin.’’ Şura
suresi 51. Ayet.
‘’ O emin ruh
ile, mutlak güvenilirlik
derecesinde var olan
vahiy inmiştir senin kalbine.’’
Şuara Suresi 193.194.
Ayetler. Bu bize
şöyle bir hatırlatma
da yapmış oluyor;
‘’ İlahi söz olmasa
idi, sizin konuşma
hakkınız olamazdı. Siz
konuşuyorsanız, şüphe etmeyiniz
ki söyleme ve
dileğinizi karşıya iletme
güç ve sıfatını
yaratıcınızdan ve O’nun
yardımından alıyorsunuz. Anlayınız
ki, sizin kendiniz
gibi, sözünüzün de
kaynağı Yüce Allah’tır.
Siz mana ve
maksadınızı başkalarına ulaştırıp
anlatırken, Yüce Allah’ı
bu kudretten yoksun
sanmayınız. Bu nedenle
Yüce Allah’ın indirdiği
o ezeli sözünü
bütün toplumsal vicdanınızla
dinleyip, anlamaya ve
uygulamaya çalışınız.’’
Allah ile
kulları arasında, karşılıklı
şartları bulunan bir
anlaşmanın yapılmasının ne
büyük bir Rahman’i
ahlak olduğunu iyice
düşünmek gerekir. Rab
olması bakımından , üzerimizdeki
haklarını görev olarak
bize sadece emir
ve teklif ediverecek
yerde, varlığı bakımından
hiç bir hakkı
olmayan bizlere de mal ve
haklar tanıyarak, bizim
haklarımızı da Rahmet
sorumluluğuna alıyor. İbadet
ve kulluk onun
hakları, bizimse görevimiz.
Buna karşılık dünyada
istemek ve yardım;
ahirette ödül ve
cezalandırılma bizim hakkımız,
O’nunsa, Rahmet ve
Hikmetinin gerekleri oluyor.
Allah ile
kulları arasındaki akit,
ibadet ederiz, yardım
isteriz diye çoğul
şahıs kipiyle yapılıyor.
Müfessirler, ‘’ Burada,
cemaatle yapılan ibadetin
daha faziletli olduğuna
bir işaret vardır
diyorlar. Fakat cemaatle
ibadetin faziletini iyice
düşünmeliyiz. Cemaat ile
ibadet etmek için
cemaatin gerçekten cemaat
olması gerekir. Cemaat
kuru bir kalabalık
demek değil, tek
bir ruh ile
hareket edebilen bütünleşmiş
düzenli bir topluluk
demektir. Bu nedenle
cemaatin oluşması, toplumsal
bir ruh ve
anlaşmaya bağlıdır. Toplumsal
ruh önce bireyde
oluşur, bireyin vicdanına
ne zaman kardeşlik
hissi girer ve
onu kibirden, darlıktan,
bencillikten çıkararak genişletirse,
o vicdan, genişliğinin
alanı oranında bir
cemaate aday olur.
Vicdan darlığı ise
bilgisizlik ve kibir
ile birlikte bulunur.
Kibirli bir vicdan
yalnız kendisini sever
ve yalnız kendisi
için korkar. Ümidi
kendisine, korkusu yine
kendisinedir. Ona göre
fayda, ancak onun
faydasıdır, zarar da
ancak onun zararıdır.
Bir vicdanda bu
sevgi ve korku
yükselip de bir
diğer insanı da
kendisi gibi, kendisine
eşit bir kıymette
görmeye ve onun
menfaatinden kendisininmiş gibi memnuniyet,
zararından da kendisininmiş
gibi üzüntü duymaya
başlarsa, o vicdanda
toplumsal ruh oluşmaya
başlamış olur ki,
insan kelimesinin asıl
anlamlarından olan ‘’ karşılıklı
olarak birbirine alışma ‘’
nın kaynağı da
budur. Böyle bir
duygu birleştiricidir, kardeşliğin
kaynağıdır. Bu duygu
yaşandıkça, birleştirici güç
kuvvetlenir, kibir duygusu
eksilir ve toplumsallık
ve uygarlık da
o ölçüde genişler
ve kuvvetlenir. Vicdanında
bir birliktelik ruhu
kurulmuş olan birey,
gücü ve kuvveti
oranında, toplumsal yapının
oluşmasına kaynak oluşturur.
Toplumda genişleme var
da vicdanda kuvvet
yoksa, o cemiyet
idare edilemez, dağılmaya
ve küçülmeye mahkûm
olur. Vicdanda kuvvet
var, fakat toplumda
genişleme yoksa, o
cemiyet büyüyemez, sonuçta
daha büyük bir
toplum tarafından yutulur.
Acaba insan
ruhunda, sevgi ve korkunun bütün
sınırlarını içine alan
en kuşatıcı ve
en kuvvetli toplumsal
etken ne olabilir.
Karşıtı, benzeri ve
ortağı olabileceği düşünülebilen
hiç bir şey,
bu kapsayıcı güce
sahip olamaz. Benzeri
ve ortağı bulunmayan
da sadece Allah’tır.
Çünkü karşıtı özü
gereği batıl ve imkânsız olan
varlık sadece Allah’tır. Ve
bunun için de
bütün övgüler Allah’a
mahsustur. Bunu duyan ve
kuvvetle yaşayan vicdanlar,
evrensel bir toplumun
üyelerinden olmaya aday
bir toplumsal ruha
sahiptirler. Ve ancak
bu toplum, kardeşlik
hissinin en son
sınırlarına ulaşır ve
daha üstünü düşünülemeyecek bir
toplumsal yapı oluşturulabilir ve en
büyük hoşnutluğa onunla
erilir.
Bir
Müslüman iyice düşünmelidir
ki ‘’ Ancak sana
ibadet ederiz ‘’ dediği zaman,
kimleri temsil ediyor?
Ve ‘’ ancak senden
yardım dileriz ‘’ dediği zaman
kimlere vekâlet ediyor ?
Bu sözünde hangi
topluluğun kendisine eşlik
etmesiyle doğru söylemiş
olacaksa, en azından
onları düşünerek bunu
söylemelidir. Yalnız sana
ibadet ederiz diyen
bir kimse hem
Allah’tan başka Tanrı
yoktur’ da birliği, hem de ‘’Allah’ım
senden başka tapılacak
varlık olmadığına tanıklık
eder ve buna
göre davranmaya söz
veririz.’’ diyenlerin birliğini
temsil eden bir
söz vermiş olur.
Kur’an dilinde,
bu gibi topluca
olan sesleniş ve
söz verişlerin iki
anlamı vardır. Birisi,
toplumu bireye, bireyi
topluma katarak, her
ferde eşit düzeyde
hak ve görevler
dağıtmaktır, ki bunda,
bireysel onur ortadan
kaldırılmaksızın, sonuçta tam
anlamıyla cemaat ruhu
gerçekleşir. Diğeri de
bireyin anlamını ortadan
kaldırıp ve yalnızca
toplumsal onur ve
şerefe değer vererek,
ferdin görevini, toplumsal
alana yönlendirmektir. Bundan
da, Kur’an’ın diğer
surelerinde görüldüğü gibi,
bireyin anlam ve
değeri ortadan kaldırılmaksızın, ‘’ her
birimiz böyle yaparız’’
diye farz ettiğimiz manası
anlaşılmaktadır. Bundan dolayı,
cemaatle ‘’ Tanıklık ederiz
ki, senden başka
Tanrı yoktur.’’ şeklinde
adeta Allah’ı görürcesine
yüz yüze söylenen tevhit
ile; bireylerin ‘’Tanıklık
ederim ki, senden
başka Tanrı yoktur’’
tevhitlerinin toplamı meydana
gelecektir. Ve bu
mertebe, tevhidin en
mükemmel mertebesidir. Bu
şekilde, İslam’da, hem
ferdin ve hem
de toplumun vicdani
tevhidi vardır. ‘’ Tanıklık
ederiz ki ey
Allah’ımız, senden başka
Tanrı yoktur ‘’ tevhidini
gerçekleştiren en mükemmel
vicdana sahip olacaktır.
İşte, ‘’ Sadece sana
ederiz kulluğu, ibadeti
ve sadece senden
dileriz yardımı, iyiliği,
Ya Rab! ‘’ ayeti,
böyle açıklamaları içeren
katıksız bir tevhittir
ve bunda, şirk
türlerinin hepsini ortadan
kaldıran bir ret
cevabı vardır. Razi,
burada şu özeti
yapmıştır:
‘’ Müşrikler bölük
bölüktürler. Çünkü Yüce
Allah’a karşı öne
sürüp taptıkları ortak,
ya cisim ya
da cisimden başka
bir şey olacaktır.
Cisim olan ortak,
ya yeryüzündeki cisimlerdendir ya
da gökteki cisimlerdendir. Yeryüzündeki
cisimlerden Allah’a ortak
tanrı edinenler, ya
yalın cismi ya
da bileşik cismi
tanrı edinmişlerdir. Bileşik
cisim, üç şeyden
biridir: Ya madenlerden
veya bitkilerden, ya da canlılardan
ve bu bağlamda
özellikle insanlardandır. Maden
olan cisimlerden ortak
edinenler taşlardan, metallerden
putlara taparlar; hayvandan
ortak edinenler, öküz, buzağı
gibi bir hayvana
taparlar; insanlardan ortak
edinenler de bir
Firavunu, bir Nemrudu
yüce efendileri ve
ilahları olarak kabul
ederler. Yahut yaşayan
veya ölmüş azizleri,
velileri, peygamberleri ortak
koşarlar. Yalın cisimlerden
ortak edinenler, mesela
ateşe tapan Mecusiler
gibidir. Gökteki cisimlerden
ortak edinenler de,
güneş, ay ve
yıldızlara tapan ve
mutluluk ve mutsuzluğu
onlardan bilenler gibi.
Cisim olmayan şeylerden
Allah’a ortak koşanlara gelince bunlar
da kısım kısımdır.
Bir kısmı, evrenin
yöneticisini ‘’ nur ‘’ ve ‘’
zulmet ‘’ diye ikiye
ayıranlardır. Bir kısmı
ruhlara birtakım resimler
ve heykeller yaparak
onlara tapanlardır. Diğer
bir kısmı biraz daha ileri
giderek aleme iki
ilah tanımış, biri
pek hayırlı, biri
pek kötü, yani biri
hayrın kaynağı, biri
de şerrin kaynağı
olmak üzere, iki
tanrının var olduğunu
iddia etmişlerdir ki
bunlara göre alem
biri Allah, biri İblis ya
da Şeytan adıyla
sayılan iki yönetici
tarafından yönetilip idare
edilmektedir. Alemdeki bütün
hayırları Allah’tan, bütün
kötülükleri de şeytandan
bilmektedirler. ‘’
‘’ Sadece
sana ederiz kulluğu,
ibadeti ve sadece
senden dileriz yardımı,
iyiliği, Ya Rab!’’ diyerek Yüce
Allah’la bir anlaşma
ve sözleşme yapıldıktan
sonra, hükümlerin uygulamasına
girişebilmek için de ‘’
Dosdoğru giden yola
ilet bizi, kendilerine
nimet verdiklerinin, üzerlerine
gazap dökülmemişlerin, karanlık
ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna ‘’
duasına başlanıyor. Bu
istek ve dua,
yardım istemeni en
önemli ve en
kapsayıcı bir şekli ve açıklanışıdır. Yardım
istemeye nereden ve
ne şekilde başlayacağımıza cevap
olarak bu dua
öğretilmiştir.
Hidayet, arzu
edilene ulaştıracak şeye,
güzel ve hoş
bir şekilde yol
göstermektir ki, yolu
sadece göstermek veya
yola götürmek, hatta
sonuna kadar götürmek
şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine amaca götürmeyen kılavuzlama
veya İrşat, (
Çünkü hem mümin
hem de kâfire
yöneliktir ) ikinciye amaca
ulaştıran kılavuzlama veya
Tevfik, yani başarılı
kılma denir. Hidayet
terimi, hayırlı, iyi
olan şeye ulaşma
isteği için kullanılır.
‘’ Allah kime
yol gösterirse doğru
yolu bulan odur
ve kimi de
sapıklık içinde bırakırsa,
artık onun için
doğru yolu gösteren
bir dost, bir
koruyucu bulamazsınız.’’
Kehf Suresi 17.
Ayet. Hırsıza, zalime
yol göstermeye hidayet
denilmez. ‘’ Allah şöyle buyuracaktır: ‘ Toplayın bütün
o zalimleri, kendileri
gibi olanlarla ve
bütün o Allah’tan
başka taptıkları ile
birlikte ve hepsini
yakıcı ateşin yoluna
sürün.’’ Saffat Suresi
22.23. ayetlerde olduğu gibi.
Demek ki hidayet,
istenilen her şeye,
ne olursa olsun
yol göstermek değil,
irşat gibi, amacı
hayır olan, özünde
dostluk, yumuşaklık ve
incelik bulunan bir
rehberliktir. Hidayet, ruhi
veya maddi kuvvet
vermektir. İnsanın işlerini
yerine getirmesine araç
olan, görünen ve
görünmeyen duyu organlarını,
akıl ve irade
gücünü ihsan edip
devam ettirmektir. Hidayet,
hak ile batılı,
gerçek ile gerçek
olmayanı, iyi olma
hali ile kötülüğü
birbirinden ayırt ettiren
delilleri ortaya koyup
göstermektir. ‘’ Semud
kavmine gelince; onlara
doğru yolu gösterdik,
ama onlar körlüğü
doğru yola tercih
ettiler. ‘’ Fussilet Suresi
17. Ayet. ‘’ Ona
kötülüğün ve iyiliğin
iki yolunu da
göstermedik mi? ‘’ Beled
Suresi 10. Ayet.
Hidayet, peygamberler göndermek
ve kitaplar da
göndermektir. ’’ Ve onları
buyruklarımız doğrultusunda başkalarına
yol gösteren önderler
yaptık.’’ Enbiya Suresi
73. Ayet. ‘’ Gerçek
şu ki, bu
Kur’an o dosdoğru
yolu göstermekte, dürüst
ve erdemli davranışlar
ortaya koyan müminlere,
ödüllerinin çok büyük
olacağını müjdelemektedir.’’ İsra
Suresi 9. Ayet. ‘Vahiy veya
ilham veya aynen gerçekleşen
rüyalar gibi, alışılmadık
yollarla kalplere sırları
açıvermek ve her şeyi,
gerçekte olduğu gibi
göstermek ki, bu
hidayet peygamberlere verilir.
Bununla beraber, herkeste,
çok az da
olsa, bu tür
hidayetten bir pay
yok değildir. Kur’an’da
hidayet kelimesi kullanıldığı
zaman, neyin kastedilebileceğini, o
kelimelerin bulunduğu duruma
göre anlamak gerekir.
Gerçek şu ki, ‘’
yalnızca sana kulluk
ederiz ‘’ diyenlerde bizzat hidayetin
kendisi vardır. Dolayısıyla
bu, hidayet üzere
devam etmeyi ve
hidayetin mertebesinin artırılmasını
isteme anlamındadır.
Kendisine hak
yol denilmesi uygun
ve layık olan
her yol, gerçekten
istenilen dosdoğru yola
dahil midir, değil
midir? Bunun dikkatle
düşünülmesi gerekir. Önce
‘’senden yardım isteriz’’
derken ilk hedefimiz
ilahi yardım oluyor
ve ayetin ifade
ediliş şekli, bize
önce, Allah’ın yardımlarının
en önemli ve
önde gelenini istememizi
öğretiyor. Bundan da ‘’
genel olarak ilahi
yardımı gösteren apaçık
bir yola iletilme ‘’
isteğinin, isteklerin en
önemlisi ve en
önde geleni olduğu;
bu yola iletip
ulaştırmanın da, yardımların
en önemlisi ve
en önde geleni
olduğu anlaşılıyor. Peki,
dosdoğru yolun bütün
özellikleri bir Hak
yardımı olması ise,
bu yardımların en
önde geleni ve
en önemlisi hangisidir?
İkinci olarak, hidayet
kelimesi, iyilik anlamına yorumlanır.
Ve acaba genel
anlamıyla, hak yol
içinde kötü olanlar
yok mudur ? Vardır,
çünkü olmasaydı, kötülüğe
yol bulunamaz, hiç
bir şey yapılamazdı.
Her ne kadar,
her hak yol,
özü bakımından hayrın
kendisi olup, onun
esas konuluşu da
ilahi rahmetin bir
tecellisini göstermekte ise
de, ne var
ki, alemde yaratıkların
özelliğine oranla, faydalı
ve zararlı, hayırlı
ve şer olan
hiç bir amaç
düşünülmez ki, onun
bir de hak
yolu bulunmasın. Bunların
her birisi içinde
Hakkın bir yasası,
bir kanunu vardır.
Ona uyan doğru
amacına gider. Hatta
denilebilir ki, bunların
hepsi de Yüce
Allah’a götürür, fakat
birisi rızasına götürür.
Bu nedenle hak
yol, Yüce Allah’ın
rızasına götüren yol
diye anlaşılmalıdır. Allah,
alemlerin Rabbi olduğundan,
alemlerin hepsinde onun
kanunları geçerlidir. Bunlara
‘’ Hakkın kanunları ‘’ ve ‘’ İlahi
yasa – Sünnetullah ‘’ demek elbette
daha doğrudur. Allah
tarafından konulan dışında,
hak yasa dışında,
din aramak yanlıştır.
İnsanlar tarafından konulan
kanunlar ise, ne
ilim, ne de
din olabilir. Bunlar
ilim bakımından batıl,
din bakımından da
kötülük oluştururlar. Bunun
için insana düşen,
gerek ilimde ve
gerek dinde kanun
koymak değil, Hakkın
kanunlarını arayıp bulmak
ve ortaya koyup
açıklamaktır. Çünkü Hakkın
kanunlarının gizli olanları
da vardır. Dosdoğru
yol ise, açık
manasını da içerdiğinden,
ilahi yardım ile
hiç ilgisi bulunmayan
eğri büğrü yolların
hepsinden sakındırdığı gibi,
hidayet de iyilik
manasına yorumlanacağından, doğrudan
kötülüğe götürme konusunda
hak ve gerçek
olan kanunlardan da
sakınılmış oluyor. Fakat
bu son sakınmada,
olumlu bir yan
ve özellik aramak
gerekir. Çünkü kötülükten
sakındırmak için, onu
tanımak ve tanıtmak
da bir hayırdır.
Yılanı bilmeyen ondan
nasıl sakınır. Bu
nedenle hidayet kelimesindeki
iyilik ve hayırlılık
anlamı, ‘’ doğru ve hak olan
yol ‘’ kavramından, kötülük
kanunlarının atılıp çıkarılmasını
değil, iyilik kanunlarını
emreden olarak olumlu,
kötülük kanunlarını yasaklar
olarak olumsuz bir
durumla sınırlamayı gerektirecektir. İşte,
‘’ kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine
gazap dökülmemişlerin, karanlık
ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna ‘’
ayetleri, bu olumsuz
ve olumlu durumları
ortaya çıkarıyor. Nimet,
aslında insanın lezzet
duyduğu durum, yani
güzel haldir ki, mutluluk payı
demektir. Allah’ın nimetleri
ise sayılamaz. ‘’
Size kendisinden isteyebileceğiniz her
türlü şeylerden bazısını
veren O’dur. Öyle
ki Allah’ın nimetlerini
saymaya kalkarsanız sayamazsınız.’’ İbrahim
Suresi 34. Ayet.
Nimetler dünyevi ve
uhrevi olmak üzere
iki kaynakta ele
alınabilir. Dünyevi nimetler
de iki kısımdır.
Direk Allah vergisi
olan ya manevi
ya da maddidir.
Ruhi olanlar insana
ruhun üfürülmesi, akıl
ve zekâ aydınlığının
verilmesi ile, bunlara
bağlı olan anlama,
düşünme, konuşma ve
aklı selim sahibi
olma gibi şeylerdir.
Maddi olanlar, bedeni
ve bedenin organları
ile, bunlardaki sinir,
kas ve besinleri
özümseme kuvvetlerini ve
diğer maddi kuvvetleri,
mevcut durum ve
yapıyı meydana getirip
tamamlama gibi şeylerdir.
İnsanın kazanmasına, çalışıp
elde etmesine bağlı
olanlar da nefsi,
ahlaki kötülüklerden arındırmak,
ilim ve marifet,
kendisini güzel ahlak
ve seçkin yeteneklerle
süslemek, bedeni yaratılışa
uygun kıyafetler ve
güzel huylarla bezemek,
makam, mevki ve
toplumsal itibar, mal
ve servet kazanmak
gibi şeylerdir. Ahiretteki
nimetler, insanın dünyada
meydana gelmiş aşırılık
ve kusurlarını affederek,
ilahi hoşnutluğa erdirmektir
ki, bu da
Allah vergisi olan
yahut kulun hak
ettiği olarak, ruhi
ve cismani diye
ikiye ayrılır. Bunların
hepsi, hemen şimdi
değerlendirildikleri zaman şüphesiz
birer nimettirler. Fakat
her biri, geleceğine
ve sonrasına göre
değerlendirilince,
başlangıçta nimet zannedilen
bir çok şeylerin,
gerçekte nimet olmayıp
bir cezalandırılma vesilesi
çıktığı gibi, aksine,
başlangıçta acı ve
sıkıntı sebebi görülen
bazı belaların, daha
sonra büyük nimet
ve mutluluğa sebep
olduğu da kesindir.
Ve keyif sürdükten
sonra sıkıntılara katlanma
ne kadar zor
ve acı ise,
cefadan sonraki keyif
sürme de o
kadar tatlıdır. Ciddi
ve hakiki olan
nimet ve mutluluk,
sonu her durumda
bela ve sıkıntılardan
uzak olandır. Bu
nedenle, asıl istenecek şey,
nimetin başlangıcı değil,
esenlik içinde sonuca
ulaştıran nimetler olması
gerekir. İslam kelimesinin
de ilham ettiği
bu değer ‘’ ne
o öfkene uğramışların,
ne de sapkınların
yoluna değil ‘’ nitelemesi
ile ifade ediliyor.
Nimet ve nimet
vermek ilahi öfke
ve sapıklıktan kurtulmuş
olma manasıyla sınırlanmış
ahiretteki nimetler ve
ona araç olan,
sırf Allah vergisi
olan, insan kazancı
olan, ruhani ve
maddi dünyevi nimetler
demektir. Bunların başlıcaları
da yaşama hakkı,
özgürlük hakkı, din
ve vicdan hürriyeti,
güzel ahlak, toplumsal
sulh ve düzen,
faydalı ilim, iyi
ameldir. İslam’ın dilinde
hürriyet, bireyin haklarına
malik olması diye
tanımlanır. Bunun karşıtı,
bireyin haklarına, kendisinin
değil, başkasının malik
olması demek olan
esaret ve köleliktir. Hukukun
aslı, Allah tarafından
belirlenmiştir. Bu nedenle,
herhangi bir fert,
Allah’ın belirlemesi olan hukuku,
kendi rızası olmaksızın,
insan tarafından belirlenen
diğer bir hukukla
değiştirmeye, bozmaya veya
kendisince tasarrufta bulunmaya
mahkûm olabiliyorsa, o artık yalnız
Allah’ın kulu değildir.
Ve onda bir
parça kölelik vardır.
Ve artık onun
görev ve vazifeleri,
katıksız Hakkın, hakikatin
değil, şunun bunun
keyif ve istemine
bağlıdır. Dolayısıyla, Yüce
Allah’ın yasalarını, Sünnetullah’ı
tanımayan kimsede, hukukuna,
haklarına sahip olma
manasında, hürriyet hakkının
bulunduğunu düşünmek bir
çelişki olduğu gibi,
Yüce Allah’tan başkasına
kul olanlarda da
hürriyetin var olduğunu
farz etmek imkânsızdır.
Ve bunun için,
hürriyetin biricik yolu, yalnız
Allah’a kulluktadır. Doğru
yolun başlangıç noktası
bu kulluktur ve
ilk dünyevi amacı
da, en büyük
nimet olan bu
hürriyet hakkıdır. Allah
tarafından bağışlanan nimetlerin
başı yaşam, kazanılan
nimetlerin başı da
imandır. Bunların akış
noktası da, ilahi
yardım ve hidayettir.
İstenen yol da,
bu yardımı elde
etmenin yolu olan
dosdoğru yoldur. Ve
işte Kur’an nimeti,
bu dosdoğru yoldur.
‘’ Kendilerine nimetler
verdiğin kimseler ‘’ ifadesi
için iki açıklama
mümkündür. Birisi genel
manada ‘’ nimet verme
fiilini yaptığın ‘’ yani
‘’ onları mutlu kıldığın ‘’
manası, diğeri de
‘’kendilerine o şeyi
nimet olarak verdin ‘’
manasıdır. Yani ‘’ sen
onlara sana itaat
ve ibadet etmeyi
nimet olarak verdin /
sen onlara o
dosdoğru yolu nimet
olarak verdin. ‘’ Ve
bunda ‘’dosdoğru yolu
nimet olarak vermenin,
her şeyi nimet
olarak vermek ‘’ konumunda
olduğu anlaşılır. Bunda
dikkat çekici üç
nokta vardır : Birinci
olarak, bizzat dosdoğru
yolun nimetlerin en
önemlisi ve en
büyüğü olduğu anlaşılır.
İkinci olarak dosdoğru
yolu nimet olarak
vermenin, en önemli
yardım olduğu anlaşılır.
Üçüncü olarak, onlara
nispet edilen bu
yolun, kendi hazırladıkları bir
şey olmayıp, onu
hazırlayıp nimet olarak
verenin Allah olduğu
ve onların yolu
olarak nitelenmesinin de,
bu yolu elde
edip ona girmeleri
bakımından olduğu anlaşılır.
Yol
nimeti, nimetlerin en
büyüğüdür. Çünkü, herhangi
bir nimetin yoluna,
kanuna sahip olmak,
o nimete bir
kere değil, daima
sahip olmayı neticelendirir. İlim
ve fenlerin önemi
de bundandır. Birisinden
on liralık bir yardım
istemekle, daima on
lira getirecek bir
yol ve bir vasıta
istemek arasında ne
kadar çok fark
vardır. Yüce Allah’tan
‘’ Ya Rab, bana
yardım et de
filan nimeti ver ‘’
diye dua ve
yardım talebinde bulunmak
pek küçük bir
talep olur. Çünkü
bu dua kabul
olunduğunda, o nimetlerin
her zaman devam
ve sürekliliği sağlanmış
olmaz. Fakat, ‘’filan
nimetin yolunu bahşet
ve o yolda
daim eyle.’’ Diye,
talep ve arayış
içinde bulunacak olursak,
bu dua kabul
olunursa, o nimet
bir kere değil,
sonuna kadar elde
edilmiş olur. Yolun
en büyüğü de,
ilahi yardımın geliş
yoludur. Bunun en
kısası da dosdoğru
olan yoldur. Bu
bulununca nimetlerin bütün
yolları da bulunmuş
olur. ‘’ Nimetin yolu
bulununca da, nimetlerin
hepsine devamlı şekilde
ulaşılır. Ve burada
önce ‘’ Bize nimet
ver ‘’ demeyip de ‘’ dosdoğru giden
yola ilet bizi ‘’
duasıyla doğru yolu
istemenin öğretilmesi, bu manayı kuvvetlendirir.
Kendilerine nimet
verilenler olarak görünenler
içinde, gerçekten ilahi
öfkeye uğramış veya
sapıklığın mahkûmu olan
nice kimseler de
bulunur. Ve dünyada
nimetler içinde yüzer
gibi görünen bir
çok şahıs ve
topluluk buna örnek
olarak gösterilebilir. Onların
yoluna değil de,
kendilerine nimet verilenlerin
yoluna ilet bizi
demek, Allah’ın öfkesinden
ve sapıklıktan kurtulmuş
olmak demektir. İslam
da budur, İslam’daki
takva da budur.
Öfke, nefsin
istenilmeyen bir şey
karşısında intikam isteğiyle
heyecanlanması, dolmasıdır ki,
hoşnutluk halinin zıttıdır.
Allah için kullanıldığı
zaman ‘’ öfke / gazap ‘’ kelimesi,
psikolojik tepkiler gösterme
anlamından soyutlanarak, o
tepkilerin sonucunu ve
varacağı hedefi ifade
için kullanılır ve ‘’
İntikam alma iradesi
veya ceza indirme ‘’
anlamı kastedilir. Bu
da Rahim Allah’ın
Rab’ lığının bir gereğidir.
Yani öfke, genel
anlamda rahmetin zıttı
değildir. Mesela zalime
öfkelenmek, mazluma rahmet
etmenin bir gereğidir.
Bazen de ilahi
bir cezalandırılmaya uğramak
gazaba uğramış olmak
değildir ve hele
gerçekte bir takım
gelecek nimetlerin öncüsü
ve vasıtası olan
acılar, hiç bir
zaman cezalandırma ve
öfke değildir. ‘’
Muhakkak ki, ölüm
tehlikesi ve açlıkla,
dünya malının, canın
ve alın teri ürünlerin
kaybı ile sizi
sınayacağız. Ama zorluklara
karşı sabredenlere iyi
haberler müjdele. ‘’ Bakara
Suresi 155. Ayet.
Çünkü her iş,
sonucuna göre değerlendirilir.
Karanlık ve
şaşkınlığa sapmak, doğru
yoldan kasıtlı veya
hata yaparak sapmaktır.
Doğru yoldan çıkıp
sapıtma, bazen gafil
olmaktan ve şaşkınlıktan
kaynaklanır. Sonra insan
kaybolmaya ve daha
sonra tamamen yok
olmaya mahkûm olur.
Bu yüzden doğru
yoldan çıkmak, gaflet,
şaşırmak ve yok
olmak manalarında da
kullanılır. Din’ de de
tam manasıyla ‘’ sapkınlık ‘’ demektir.
Nimet ve dosdoğru
olmanın zıddı olan
öfke ve sapıklık,
kitaplı kitapsız, müşrik
olan olmayan bütün inkârcıların yollarının
açık şekilde dışarıda
bırakılmış olması demektir.
‘’ İmana eriştikten
sonra Allah’ı inkâr
eden kimseye gelince – ki
bundan kasıt kalbi
imanla dolu olduğu
halde baskı altında
inkâr etmiş görünen
kimse değil, kalbini
bile isteye hakkın
inkârına açan kimsedir -
işte böylelerinin üzerine
Allah katından bir
hışım çökecek ve
onların payına çok
büyük bir azap
düşecektir. ‘’ Nahl Suresi
106. Ayet. ‘’ Hakikati inkâr
etmeye ve başkalarını
Allah yolundan saptırmaya
şartlanmış olanlar, derin
bir sapıklık içindedirler.’’ Nisa
Suresi 167. Ayet.
‘’Böylece, onlara yoksulluk,
düşkünlük damgası vuruldu
ve Allah’ın gazabına
uğradılar. ‘’ Bakara Suresi
61. Ayet. ‘’ De
ki: ‘ Ey İncil’in takipçileri!
İnançlarınızın içerdiği hakikatin
sınırlarını ihlal etmeyin
ve daha önce
kendileri sapmış olup,
birçoğunu da saptırmış
olan ve doğru
yoldan sapmakta devam
eden bir topluluğun
mesnetsiz görüşlerine uymayın.’’
Maide Suresi 77.
Ayet. İslam dini ile
amel edip dindar
olmanın başlangıcı, önce
Allah’ı tanımak ve
O’na ‘’ yalnızca sana
kulluk ederiz, yalnızca
senden yardım dileriz ‘’
diye, mükemmel bir
tevhit ile ahit
ve söz vermek,
ondan sonra da
şaşmaz bir kararlılık
ve içtenlikle bu
söz ve anlaşmanın
gereklerini yapmak için,
hak ve görevlerin
bütün sınırlarını bildiren
ve üzerinde esenlikle
yürümesi mümkün olan
dosdoğru yoluna iletilme,
yani ilim bakımından
irşat edilme, amel
bakımından muvaffak kılınmayı
istemektir. Demek ki,
isteme ve yaşama
bizden, din, hidayet
Allah’tandır. Bu hidayet
iki türdür. Biri
ilmi olan yol
gösterme, yolu bildirme,
diğeri fiili olan
muvaffak kılmadır. Yüce
Kur’an ilim bakımından
aydınlatılma isteğinin cevabıdır.
Fiilen muvaffak kılınma
isteğinin cevabı da,
bu doğruya iletilmeyi
kabul etmekle ve
dinin etraflıca yaşanmasıyla
her zaman gerçekleşecektir.
‘’ Onlar, gerçekten de
Rablerine yürekten inanan
gençlerdi ve biz
de kendilerini doğru
yolda derin bir
bilinç ve duyarlıkla
güçlendirmiş, onların hidayetini
artırmıştık. Kalplerini de
pekiştirdik, dayanıklı kıldık.
Öyle ki, doğrulup
birbirlerine: ‘ Rabbimiz göklerin
ve yerin Rabbidir. ‘
demişlerdi. ‘ Biz asla
O’ndan başkasına yalvarıp
yakarmayacağız. Çünkü böyle
bir şey yaparsak
çok çirkin bir
şey dile getirmiş
oluruz! ‘’ Kehf Suresi
13.14. Ayetler.
Allah’tan başkasına
asla yalvarıp yakarmamanın
ne demek olduğunu
anlıyor muyuz acaba. Bence
anlamıyoruz, çünkü ne
Kur’an’ı okuyoruz ne
de okuduklarımız üzerine
düşünüyoruz. Yüzlerce, binlerce
defa Fatiha’yı okuyoruz
ama Fatiha Suresinin
önemini anlayamıyoruz. Kimse
demesin ki bize
anlatmadılar, söylemediler. Bana
da kimse söylemedi
ve kimse anlatmadı.
Ben dedim ki,
Yüce Allah sadece
Arapçayı değil, insanların
bütün lisanlarını, hatta,
hayvanların, bitkilerin, dağların,
göklerin lisanlarını da biliyor.
Ben hangi lisanla
konuşursam konuşayım Allah
beni anlayacak, hatta
dilimle söylemeyi beceremeyip
kalbimle söylediklerimi de
anlayacak. Din sizi
korkutmasın, Allah’a, yalnız
Allah’a kul olmak
sizi korkutmasın. Çünkü
din kolaydan zora
doğrudur. Hz. Peygamber
zamanının cahil Arapları
Hz. Peygamberi ve
ona indirilen Kur’an’ı
anladılar. Korkmayın, çünkü
Yüce Allah, sizlere
yaratılış kapasitenizin üzerinde
yük yüklemez. Unutur
yahut hata ederseniz
sizi bağışlar. Bizlere
bizden öncekilere yüklediği
gibi ağır yükler
yüklemez. Güç yetiremeyeceğimiz yükleri
bize taşıtmaz. Size
kolay geleni seçin,
ama doğrusunu seçin,
yükünüz az bile
olsa ona ihtimam
gösterin. Ben anlayarak ibadeti,
ana dilde ibadeti
zorunlu görüyorum. Namazları
esnasında Arap lisanını
kullananlar, dua ederken
neden ana dillerinde
ediyorlar ? Ama dua
etmenin de anlamını,
manasını önemini anlayabilmiş
değiliz galiba. Peki,
nedir dua!
Dua, Allah’a
hürmet etmek, arzuları,
düşünceleri, keder ve
sevinçleri O’nun önünde
dile getirmektir. Duanın
tabiatı, manası, önemi
ve faydası hakkındaki
görüşler, bir dini
gelenekten, diğerine epeyce
değişiklik arz eder. Fakat
dua, her zaman
tabiatüstü bir alemin
varlığına, ilaha ve
ilah ile temasa
girmenin mümkün olduğuna
inanmayı öngörür. Dua,
sıkıntılı ve neşeli
olduğu zamanlarda kişinin
hasret ve duygularını
Allah’a ifadesidir. Çocuğun,
ıstırabı huzura dönüştürmek
amacıyla, anne ve
babasının göğsüne sığınması
gibi, insanlar da
kalp huzuru elde
etmek hasretiyle her
zaman Allah’a yaklaşmaya
çalışırlar.
Dua, muhteva,
şekil ve anlatım
tarzına göre genellikle
üç kısma ayrılır:
Hamt, temenni ve
şükran duaları.
Hamt, Allah’ın
üstün vasıflarını sayarak
O’nu yüceltmek, temenni,
ihtiyaç duyulan ve
arzu edilen şeyleri
vermesi için yalvarmak,
şükran duası da
bir kötülükten kurtulma
veya bir iyiliğe
kavuşma sebebiyle şükretmektir.
Duanın mutlaka belli
bir şekil ve
biçime hasredilmesi gerekmez.
Dindar, Allah’ı hatırda
tutmak için bütün kalbi
ve ruhuyla dua
etmelidir. Allah’ı hatırda
tutmak demek, düşüncelerin
Allah’a yönelmesi demektir.
Dua, Allah ile,
alçak gönüllü olarak
yürümede, doğru şeyleri
yapmada ve diğer
insanlara iyi davranmada
rehberlik eder. Zayıflığını,
hatalarını ve ihtiyaçlarını
hisseden insan, faziletli
olarak addedilir. O,
Allah’a, O’nun kudret
ve muhabbetine dayanır.
Kendi bilgilerini şahsi
olarak O’na açığa
vurur, nimetleri ve
iyilikleri için O’na
şükürlerini takdim eder.
Kalbini ve içini
O’na açar, O’nun
önünde günahlarını, hatalarını
ve acizliğini ifade
eder. O’ndan af
ve bağışlanma ister.
Sıkıntılı ve zor
anlarında ihtiyaçlarını, yardım
ve inayeti O’nda
arar. O’nun istediklerini
muhabbet, şefkat ve
merhametinin çokluğu ile
ihsan edeceğini, tövbe
edenleri geri çevirmeyeceğini, kendine
sığınan muhtaçlara yardım
edeceğini, musibet zede ve
hüzünlüleri yücelteceğini bilerek
taleplerini O’na yöneltir.
Sıkıntılı günlerin tek
dostunun Allah olduğuna
inanır. Yükünü Rabbe
bırakarak O’nun desteğine
mazhar olmayı arzu
eder.
Dua, insan
ile Allah arasında
ruhani bir köprüdür.
Dua, insanın hidayete
ermesi ve bağışlanması
için büyük bir
vasıtadır. Her ne
kadar zihni – akli bir
esasa sahip olsa
da aslında hissi
karakterdedir. Dua, insanın
Allah’ı araması ve
yüreğini O’nun önüne
dökmesidir. İnsanın ihtiyaçlarının çok
ve karmaşık olması
sebebiyle dua, kişinin
ruhi durumunu, korkularını,
umutlarını, duygu ve
arzularını yansıtır. Allah,
insanın kendisine olan
sevgi ve bağlılığını
ifade etmesini ve bu şekilde
O’nunla söyleşmesini arzu
eder. Bütün yüreğimizle
ve bütün canımızla
O’na kulluk etmemizi
ister. Allah, bizzat
kendisi de dua
eder. O’nun duası,
merhametinin hükmüne galip
gelmesidir.
Makbul olan
dua, Allah korkusu
ile yapılan duadır.
Allah korkusu olan
her insanın kelimelerinin
duyulacağı ifade edilir.
Kişi duasında sebat
etmelidir. Ümit var olmalı,
hatta boynu üzerinde
keskin bir kılıç
bile olsa, ilahi
merhametten asla ümidini
kesmemelidir. Dua, her
ilahi kararı tersine
çevirebilecek güce sahiptir.
Ancak her dua
muteber ve hayırlı
değildir. Geçmişi değiştirmek
için yapılan dua
da, boşuna bir
duadır. Olmasını çok
istediğimiz bir şey
de bizim için
hayırlı olmayabilir.
Bir
kimse, yalnız kendisi
için dua etmemeli,
aynı zamanda diğer
insanları da düşünmelidir.
Çoğul olarak bizi
bağışla demeyi tercih
etmelidir. Eğer bir
kişi, kendisi için
bir şeye ihtiyaç
duyar, fakat ihtiyacı
olan komşusuna daha
çok şey ihsan
etmesi için Allah’a dua
ederse, böyle cömertçe
yapılan bir dua,
Allah’ın ona ilk
arzusunu vermesine vesile
olabilir. Dualar, doğrudan
Allah’a yöneltilmelidir. Sıkıntılı
insan ıstırabını sadece
Allah’a açmalıdır. Duada
güzel düşüncelere sahip
olmak önemlidir. Çünkü
bir insanın dualarından
ahlak ve dini
alanda münevver bir
kişi veya kültürsüz
kişi olduğu keşfedilebilir.
Dindar uyumaya
gittiğinde ve uyandığında,
araya giren bütün
olaylarda daima Allah’ı
över ve şükreder.
Neşe veya kederde,
bedenin ihtiyaç ve
arzularını tatminde, kutsal
kitap çalışmalarında veya
dinin emirlerini yerine
getirmede, bağışlaması için
Allah’a hamt eder.
Allah, insanın
ihtiyaçlarını bildiği halde, duada
Allah’a yönelmek, O’nun
yardımına güvenmek anlamına
gelir. Duanın gerekliliğine
inanmamak kişinin kendi
gayretiyle kendi ihtiyaçlarını
halledebileceği inancını taşımasına
sebep olur. Zaman
ve mekândan uzak,
arınmış, her şeyi
bilen, fanilerin dualarıyla,
arzu ve hareketleri
değişmeyen Allah’ı etkileyebilmek söz
konusu değildir. Dua
sadece insanın, Allah’la
münasebeti için gayret
sarf etmesidir, yoksa Allah’ın
kendisi için değil.
Kişi gerçek huzuru
bulabilmek için Tanrısının
önünde bütün arzu
ve kederlerini boşaltmalıdır. Hakiki
dua kişiyi, Allah’a
doğru yükseltir. Dua
eden kişi Allah’tan
suç, mutsuzluk ve
ölüme galip gelmek
için güç alır.
Çünkü Allah, kendisini
çağıranların hepsine yakındır,
onlar ki Allah’ı
hakikatle çağırırlar.
‘’ De ki: ‘ Benim Rabbim
yalnızca doğru olanın
yapılmasını emretmiştir.
Allah sizden kulluğunuzu
göstermek üzere giriştiğiniz
her türlü eylemde
bütün varlığınızı ortaya koymanızı
ve içten bir
inançla yalnız ve
sadece O’na bağlanarak
Kendisine yalvarıp yakarmanızı
ister. Başlangıçta nasıl
sizi yaratan O’ysa,
döneceğiniz kimse de
O’dur.’’ Araf Suresi
29. Ayet.
‘’ Gerçek
şu ki Allah
benim, Benden başka
Tanrı yok! O
halde, yalnız bana
kulluk et ve
Beni anmak için
salâtta devamlılık ve
duyarlık göster. ‘’ Taha
Suresi 14. Ayet.
‘’ Sana
vahyedilen bu ilahi
kelamı başka insanlara
ilet, ve namazında
dikkatli ve devamlı
ol. Çünkü namaz
insanı çirkin fiillerden
ve akla ve
sağduyuya aykırı olan
her türlü şeyden
alıkoyar. Allah’ı anmak
gerçekten en büyük
erdemdir. Allah bütün
yaptıklarınızı bilir.’’ Ankebut
Suresi 45. Ayet.
‘’ Eğer
kullarım sana Benim
hakkımda sorular sorarlarsa,
bilsinler ki Ben
çok yakınım; dua
edenin yakarışına her
zaman karşılık veririm.
Öyleyse onlar da
Bana karşılık versinler
ve Bana inansınlar
ki doğru yolu
bulabilsinler. ‘’ Bakara Suresi
186. Ayet.
‘’ Allah
sizin için kolaylık
diler, zorluk çekmenizi
istemez. Size doğru
yolu gösterdiğinden dolayı
Allah’ı yüceltmenizi ve
O’na şükretmenizi ister.‘’ Bakara
Suresi 185. Ayet.
‘’ Hakikati
inkâr edenleri ne
kadar öfkelendirse de
içten bir inançla
yalnız Allah’a bağlanarak
O’na dua edin. ‘’
Mümin Suresi 14.
Ayet.
‘’ Gören
ile görmeyen bir
olmaz; iman edip
doğru ve yararlı
işler yapanlar ile
kötülük işleyenler de bir değildir.
Bundan ne kadar
da az ders
çıkarıyorsunuz? Son saat
mutlaka gelecektir; buna
hiç şüphe yok,
fakat hâlâ insanların
çoğu buna inanmaz.
Ama Rabbiniz buyurur
ki: ‘ Bana dua
edin, duanızı kabul
edeyim! Bana kulluk
etmeyenler, mutlaka aşağılanmış
olarak cehenneme gireceklerdir! ‘’ Mümin
Suresi 58.59.60. Ayetler.
‘’ Onların
söyleyebilecekleri her şeye
karşı sabırlı olun
ve güneşin doğmasından
ve batmasından önce
Rabbinizin sınırsız ihtişamını
yüceltin ve O’na
hamt edin. Geceleri
ve her secdenin
sonunda O’nun şanını
yüceltin.’’ Kaf Suresi
39.40. Ayetler.
‘’ Artık bilin
ki Allah yüceler
yücesidir, mutlak hüküm
ve egemenlik sahibidir;
nihai Gerçektir. O’ndan
başka Tanrı yoktur;
çok yüce, çok
cömert hükümranlık makamının
Sahibi O’dur! Öyleyse
artık, kim ki,
hakkında hiç bir
delile sahip olmadığı
halde Allah’la beraber
başka bir ilaha
yakarırsa bunun hesabını
Rabbinin katında mutlaka
verecektir. Ve şüphesiz,
hakkı böylece inkâr
etmiş olanlar asla
kurtuluşa, esenliğe erişemeyeceklerdir. Öyleyse, ey
inanan kişi, de ki:
‘ Rabbim! Beni bağışla,
bana acı; çünkü
gerçek acıyan, esirgeyen
Sensin. ‘’ Müminun Suresi
116.117.118. Ayetler.
‘’ Yetkinlik
ve kusursuzluğa dair
nitelikler yalnızca Allah’a
aittir. Öyleyse, bu
niteliklerle artık yalnız
Allah’ı çağırın. Ve
O’nun niteliklerinin anlamını
eğip büken kimselerden
uzak durun. Böyleleri
yapıp ettiklerinden dolayı
er geç cezalandırılacaklardır! ‘’ Araf
Suresi 180. Ayet.
‘’ De
ki: ‘ İçten bir
inançla yalnız O’na
bağlanarak O’na kulluk
ederim.’’ Zümer Suresi
14. Ayet.
‘’ De
ki: ‘ Siz ey
doğru ile eğriden
habersiz olanlar! Allah’tan
başkasına kulluk etmemi
mi teklif ediyorsunuz? ‘ Halbuki
ey insanoğlu, sana
ve senden önce
yaşamış olanlara vahyedilmiştir ki,
Allah’tan başkasına ilahi
sıfatlar yakıştırırsan bütün
çabaların kesinlikle boşa
gidecektir. Çünkü öteki
dünyada mutlaka ziyana
uğrayanlardan olacaksın. Hayır,
yalnız Allah’a kulluk
etmeli ve O’na
şükredenlerden olmalısın! ‘’ Zümer
Suresi 64.65.66. Ayetler.
‘’ Çoğu insan
gibi, şayet onlara,
‘ Gökleri ve yeri
yaratan kimdir?’ diye
sorsan, hiç tereddüt
etmeden ‘ Allah’tır! ‘ derler.
De ki: ‘ O
halde bilin ki
bütün övgüler Allah’a
mahsustur!’ Fakat onların
çoğu bunun ne
demek olduğunu bilmez.
Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi
Allah’ındır. Şüphesiz yalnız
Allah, kendi kendine
yeterlidir, bütün övgüler
yalnız O’na mahsustur. ‘’
Lokman Suresi 25.26.
Ayetler.
‘’ Siz ey
imana ermiş olanlar!
Allah’ı çokça anın,
ve sabah akşam
O’nun şanını yüceltin.’’
Ahzap Suresi 41.42.
Ayetler .
‘’ Gördün
mü o, dini
yalan sayanı?
İşte odur
yetimi itip kakan
Yoksulu doyurmayı
özendirmez o.
Lanet
olsun o namaz
kılanlara / dua edenlere
ki,
Namazlarından /
dualarından gaflet içindedir
onlar!
Riyaya
sapandır onlar, gösteriş
yaparlar.
Ve
onlar, kamu hakkının
yerine ulaşmasına, zekâta,
yardıma, iyiliğe engel
olurlar.
Maun Suresi.
Bu
harika meal için,
bu sureyi insanlığın
gözüne, gönlüne yerleştirmek
için büyük çaba
gösteren Yaşar Nuri
Öztürk’e saygılarımı, sevgilerimi
sunarım. Bu sure
ile ilgili hiç
bir şey diyemem,
çünkü ne denilmesi
gerekiyorsa hepsi söylenmiş.
Ben
Fatiha Suresi ve
ibadet konusuna döneceğim.
Fatiha Suresi hakkında
yazılanlar, yazının arkasına
eklenen bazı ayetler
ibadetin ne olduğunun
bütün kopyalarını veriyor. İbadetin direği
Allah’ı birleyebilmektir,
kalben, ruhen, bedenen
Allah’tan başka ilah
tanımamaktır. Yalnız Allah’a
ibadet etmek, yalnız
Allah’tan yardım dilemektir.
Dosdoğru yola girebilmek
ve o yolda
şaşırmadan yürüyebilmek için
yalnız Allah’a güvenmek
ve Allah’ın mesajlarını
rehber edinmektir. Cehennemde
kalmak bile sonsuz
değil, onlar da
cezalarını tamamlayınca cennete
girecekler. Allah’a ulaşmak
için farklı yollarda
yürüyenler de cennete
girecekler. Ama Yüce
Allah’ın başını çevirip
bakmayacağı insanlar olduğu
gibi, O’nun hoşnutluğunu,
rızasını kazanmış olacak
insanlar da var.
Dikkatle okuyun Vakıa
Suresinde niye tek
bir cennetten bahsedilmiyor.
Rabbimiz diyor
ki: ‘’ Bütün övgüler
Allah’a mahsustur. Fakat
onların çoğu bunun
ne demek olduğunu
bilmez.’’ Yüce Allah
burada ne demek
istiyor acaba? Bir
sitem var çünkü,
çoğunluk bunun ne
demek olduğunu anlayamamış.
Bir dindar gibi
değil de, bir
edebiyat, felsefe öğretmeni,
bir dedektif gibi
anlamaya çalışalım. Demek
ki bir şeyler
yanlış yapılıyor ve
biz bu yanlışın
ya farkında değiliz,
ya da düzeltmiyoruz. Bu
yanlışlar ne olabilir:
Dinde bütün övgüleri
Allah’a yapmıyoruz, Allah’ı
yeterince övmüyoruz, çoğunluk
öyle yapıyor diye
onlara uyuyoruz. Ben
başka bir yanlış
olabilecek şey bulamadım, o
nedenle bunları yapmamaya
karar verdim. Allah’tan
başkasını övmüyorum, Allah’ı
şanına yakışır bir
şekilde övmeye çalışıyorum,
kendimi çoğunluğa uymak
zorunda hissetmiyorum. Bir
olan Allah’a uyuyorum,
benim O’ndan başka
‘’efendim’’ yok. Çoğu
insan şunu anlamıyorlar;
sen Allah’ı bütün
evrenin Nihai Sebebi
görüyorsan, mantıksal olarak
O’na tam teslimiyet
gerektiğini anlamalısın. Rabbimiz net,
apaçık, başka bir
yöne çekilemeyecek, başka
türlü anlaşılamayacak bir
şekilde yalnız O’na
kulluk etmemizi emrediyor.
Rica etmiyor, tavsiye
etmiyor, emrediyor. Rabbimiz
doğru olanın yapılmasını
emrediyor. Rabbimiz yalnız
O’na bağlanmamızı, yalnız
O’na yalvarmamızı emrediyor.
Rabbimiz kendisini anmamızı,
O’na dua etmemizi,
O’nu yüceltmemizi, O’na
şükretmemizi istiyor. Allah’ı
anmanın en büyük
erdem olduğunu söylüyor.
Ben asla O’dan
başkasına yalvarıp yakarmayacağım. Çünkü
böyle bir şey
yaparsam çok çirkin
bir şeyi dile
getirmiş olurum.
Peki ben
Allah’a nasıl yalvarıyorum,
nasıl sadece O’na
kulluk ediyorum, O’na
nasıl dua ediyorum.
O’nu nasıl yüceltip,
övüyorum, teşekkür ediyorum,
şükrediyorum. Yüce Allah
Kur’an’da sıkça geçen
iki sihirli kelimeyle
bunun nasıl olması
gerektiğini bize söylemiş,
ben de onları
yerine getiriyorum. Bu toplam dört
harfli iki kelime
nedir söyleyeyim: ‘’ DE
Kİ! ‘’ De ki,
yani, böyle söyle.
De ki, kelimesi
Hz. Peygamber’e de
bir emirdi, bizlere
de. De ki,
aynı zamanda çift
anlamlıdır; birincisi Rabbiniz
olan Bana böyle
deyiniz, ikincisi kullarıma
böyle dediğimi söyleyiniz.
Besmele konusunu hatırlayın,
peygamberler Allah adına
konuştuklarından sözlerine Rahman,
Rahim olan Yüce
Allah’ın adına konuşuyoruz
diyerek Allah’ın mesajlarını
iletiyorlardı. Bizler de
Yüce Allah kitabında
şöyle buyuruyor, böyle
dememizi istiyor diye
konuşmalıyız. Kendimiz de
Rabbimizle konuşurken dualarını
Arapça okuyanların düştüğü
hataya düşmeyerek ‘’de
ki ‘’ kelimesini kaldırmış
olarak denilmesi isteneni
söyleriz. Mesela Nas
Suresi şöyle başlar:
‘’ De ki: ‘ İnsanların Rabbine
sığınırım, insanların yöneticisine,
yönlendiricisine, insanların Tanrısına
sığınırım. ‘’ Bu duayı
Arapça olarak okuyan,
aynen okumakla Yüce
Allah’a ‘’Sen de
böyle söyle diyor. ‘’
Ama bu duayı
kendi dilinle okursan , ‘’de ki’’
yi kaldırıyorsun ve o
zaman diyorsun ki:
‘’İnsanların Rabbine sığınırım,
insanların yöneticisine, yönlendiricisine, insanların
Tanrısına sığınırım. ‘’
Aslında Kur’an’ın
tamamı bir de ki’
dir, çünkü, ayetleri
böyle deyiniz anlamını
ifade ettiği halde,
deyiniz emrini açıkça
zikretmeye gerek bırakılmamıştır. Yüce Allah,
Hz. Peygambere, insanları
onunla doğru yola
yönelteceksin dememiş miydi?
O zaman bizler
Allah’ın mesajlarını insanlara
anlatırken farklı ‘’de
ki ‘’ yi kullanmalıyız, Allah’a
ibadet ederken farklı
‘’de ki ‘’ yi.
Ben namazımda Fatiha
Suresini nasıl okuyorum
, önce Kur’an’daki
şekli :
Rahman ve
Rahim olan Allah’ın
adına/ adıyla
Hamt, âlemlerin
Rabbi Allah’adır.
Rahman’dır,
Rahim’dir O.
Din
gününün Malik’i, Hakimidir
O.
Yalnız
Sana ibadet ederiz
ve yalnız Senden
yardım dileriz.
Dosdoğru
giden yola ilet
bizi.
Kendilerine nimet
verdiklerinin, üzerlerine gazap
dökülmemişlerin, karanlığa şaşkınlığa saplanmamışların yoluna…
Rahman ve Rahim
olan Yüce Allah’ımız . ( Genellikle sadece
Yüce Allah’ımız .)
Bütün övgüler,
bütün şükürler Yaratıcımız
olan Sana’ dır,
Âlemlerin
Rabbine, Rahman ve
Rahim olana.
Din gününün Malikine,
Hakimine.
Yalnız Sana kulluk,
ibadet ederiz ve
yalnız Senden yardım
dileriz.
Dosdoğru
giden yola ilet
bizi,
Kendilerine
nimet verdiklerinin, üzerlerine
gazap dökülmemişlerin, karanlığa,
şaşkınlığa saplanmamışların yoluna…
Din
ile olan ilgi
ve ilişkim son
on senedir. Önce
sadece okudum ve
not tuttum. Yaklaşık beş
sene kadar önce
Bakara Suresi 285.
Ayete uzun süre
kafa yordum. ‘’ Resul,
Rabbinden kendisine indirilene
inanmıştır, müminler de.
Hepsi; Allah’a, onun
meleklerine, kitaplarına, resullerine
inanmışlardır. Allah’ın resullerinden
hiçbirini birbirinden ayırmayız.
Şöyle demişlerdir: ‘
Dinledik, boyun eğdik.
Affet bizi, ey
Rabbimiz. Dönüş yalnız
sanadır.’’ Kur’an’a göre
imanın esaslarını anlatan
bu ayetin Türkçesini
hiç okumamış olanlar
bundan ne anlıyorlardı
acaba? Fatiha Suresinin
Allah’la yapılan bir
anlaşma olduğunun farkında
olmayan, 285. Ayetteki
‘’ Dinledik, boyun eğdik
derken aslında ne
dediğini biliyor olabilir
mi? Ben bunları
böyle söylüyorum ya,
sakın şunu anlamayın,
bu adam kendini
dosdoğru yolda yürüyen
ve Allah’ın sevdiği
kullarından birisi olarak
mı görüyor. Hz.
İsa’nın İncil’deki bir
sözünü unutamıyorum: ‘’
Birinciler var ki
sonuncu olacaklar, sonuncular
var ki birinciler
olacaklar.’’ Yaşarken kimse
kendini kurtulmuş olarak
göremez, görmemeli. Sabah
namazımda söylediğim bir
dileğim var Yüce
Allah’tan, ‘’ Rabbim, bizi
iyiye ve güzele
kılavuzladıktan sonra kalplerimizi
bozup eğriltme ve
canımızı, bütün varlığıyla Sana adamış biri
olarak al ve
bizleri dürüst ve
erdemli, hayırlı kullarının
arasına kat. ’’
diye. İnsan beşer kuldur,
bazen şaşar. İnsan
kuldur ve hatasız
kul olmaz, eksikliksizlik Allah’a
mahsustur. Bir gün kendime,
kendine öyle kurallar
koy ki, bunlar
senin şaşmaz ilkelerin
olsun dedim. İniş sırasına
göre olan Kur’an’ımı
elime aldım ve
Bakara suresi 285.
Ayeti en başa
alarak on dakika
içinde, tamamen Kur’an’dan
olan ilkelerimi belirledim.
-
Allah’a, O’nun meleklerine,
O’nun kitaplarına, O’nun
Resullerine inanıyorum. Allah’ın
resullerinden hiçbirini birbirinden
ayırt etmem.
-
Dini yalnız Allah’a
özgüleyerek ibadet ederim.
Allah’tan başkasını veli
edinmem.
-
İslam Kur’an’dır. Allah’ın
indirdiğine uyarım. Atalarımızın
üzerinde bulunduklarına değil.
-
Dinlerini parça parça
edip fırkalara, hiziplere
bölünenlerle hiç bir
ilişkim yoktur.
-
İbadetimi anladığım dilde
yaparım, ne dediğimi
bilerek ibadet ederim.
-
Nefsimi ak-pak görmem,
gösteremem, dosdoğru yola
iletmesi için yalnız
ve yalnız Rabbimim
merhametine, affediciliğine ve
esirgeyiciliğine güvenirim.
-
Rabbim Allah’tır. Ben
Allah’a teslim olanlardanım.
İşte bu benim
yolumdur. Ben ne
yaptığımı bilerek Allah’a
çağırıyorum. Allah’ı ortaklardan
tenzih ederim! Ve
ben Allah’a ortak
koşanlardan değilim.
Günde üç
vakit namaz kılmaya
çalışıyorum ve her
namazımı iki rekât olarak kılıyorum. Sabah güneş
doğmadan önce, öğleden
sonra mümkünse ikindiye
daha yakın bir
zamanda ve akşam mümkünse
gece yarısına en
yakın saatlerde. Namaz,
benim için Allah’ı
anmak, O’na şükretmek,
O’na bağlılığımı yinelemek,
O’nu yüceltmektir. Namazı Hz.
Peygamberin kılar göründüğü
şekilde kılmaya çalışıyorum.
Ağzımdan çıkan her
söz anladığım, konuştuğum
dilde olabilir ama
yaptığım her hareketin
de bir anlamı
olmalı dedim hep
kendime. Çözdüğümü zannettiğim
veya çözemediğim hareket
namaza başlarken ellerin
baş hizasına götürülüp,
baş parmakların kulaklara
değdirilmesiydi. Hiç bir
yerden, hiç bir
insandan bir cevap
bulamadım, ta ki
bir gün çeşitli
mezheplerin bir arada
namaz kılarken her
mezhebin ellerini değişik
kaldırdığını görene kadar.
Aynı şekilde ellerin
yanlara sarkıtılması veya
göbeğin üzerine birleştirilmesinde de
mezheplerin kendi benimsedikleri hareketleri
yaptıklarını gördüm. O
zaman anladım ki
namazın kılınış şekli
de mezheplere göre
değişiyor. O sebeple
yaptığım her hareketin
de bir anlamı
olsun dedim ve
artık namazımı hem
bedeni hareketler, hem de ağzımdan
çıkan sözler olarak
netleştirdim. İnşallah Yüce
Allah’ım namazımı kabul
ediyordur. Şimdi namazımı
ve namazlarımı anlatmaya
çalışacağım.
Namazıma önce
herhangi bir vakit
söylemeden, niyet ettim
namaz kılmaya diyerek
başlıyorum. Ellerimi kulaklarıma
doğru götürerek anlamından
dolayı değiştirmek istemediğim
tek Arapça kelimeleri
söylüyorum: ‘’ Allah
Ekber!’’ Ellerimi kulaklarıma
götürmeye verdiğim mana
Hz. İbrahim oğlu
Hz. İsmail’le birlikte
Kâbe’nin inşaatını bitirdiğinde
Yüce Allah’la arasında
geçtiği söylenilen konuşmaya
dayanıyor. Yüce Allah,
Hz. İbrahim’e Kâbe’nin
üzerine çıkıp Allah’ın
büyüklüğünü, yüceliğini ve Kâbe’nin kutsallığını
bütün dünyaya haykırmasını
söylüyor. Hz. İbrahim
ben bütün dünyaya
sesimi nasıl duyurabilirim
ki deyince, Yüce
Allah, sen çık
bağır, bunu tüm
insanlara duyurmak bizim
işimizdir diyor. İşte
ben de bu
olayı örnek alıp
ellerimi mikrofonu olmayan
imamın minareden ellerini
yüzünün yanlarına koyarak
bağırması gibi yaparak Allah’ın
büyüklüğünü sessizce haykırıyorum.
Kovulmuş ve taşlanmış
şeytandan Allah’a sığındıktan
hemen sonra Fatiha
Suresini okuyorum. Hemen
arkasından Kur’an’dan bir
bölüm okuyorum. Bu
sırada belki bazı
insanlar bunu başkaları
için de yapmış
olabilirler ama insanlar
mahkemede hakim karşında
da ellerini önlerinde
kavuşturduklarından dolayı ben namazımın ayakta
olan kısmında sağ elimi
kalbimin üzerine koyuyorum. Ellerin dizlere
götürülüp eğilişte (rükû) Türkçe
karşılığı olan ‘’ Azim
olan Rabbim bütün
noksanlıklardan uzaktır. ‘’ diyordum
önceleri. Şimdi eğilerek
‘’ Allah’ım, ibadet ve
yönelişlerimiz yalnız sanadır.
Yücelttiğimiz, eksiği ve
kusuru olmayan tapılacak
tek kudret yalnız
ve yalnız Sen’sin
‘’ diyorum. Rükû’ dan
doğrulduğumda eskiden ‘’
Bütün varlıkların yaratıcısı
olan Allah, kendisine
hamt edenin hamt’ ını işitir
ve kabul eder.
Ey Rabbimiz! Hamdü
Senâ ancak sana
mahsustur. Hamt’ a tek
layık olan yüce varlık
yalnız ve yalnız
sensin. ‘’ diyordum. Ama
bu şekilde bir
Türkçe yakarış beni
tatmin etmedi ve şimdi rükûdan
doğrulduğumda ‘’ Bütün
varlıkların yaratıcısı olan
Rabbimiz! Senin adın
kutsaldır, büyüktür, yücedir,
uludur. Allah’ım, senden
başka hiç bir
ilah yoktur. Övgülere,
şükürlere, teşekkürlere, yakarışlara
layık yüce varlık
yalnız ve yalnız
Sen’sin. ‘’ diyorum. Secdeye
vardığımda da birinci
secdede ‘’ Azim olan
Rabbim bütün noksanlıklardan uzaktır ‘’
diyorum, ikinci secdede
de ‘’ Yüce
Rabbimi her türlü
eksiklik ve noksanlıktan
uzak tutarım ‘’ diyorum. Birinci
ve ikinci oturuşlarımda
yine Kur’an’dan ama
karışık olarak derlediğim
duaları okuyorum. İkinci oturuşumda
duadan sonra İhlas
Suresini okuyorum ve ‘’
Allah’ım, bize bu
dünyada da iyilik
ver, ahirette de
ve bizi cehennem
azabından koru ‘’ ve,
sağıma, soluma ‘’
Allah’ın rahmeti üzerinize
olsun ‘’ diyerek namazı
bitiriyorum. Güneş doğmadan önce
kıldığım namazda söylediğim
duaları da paylaşmak
istiyorum.
Güneş doğmadan
önce kıldığım namazın
birinci rekâtında Fatiha
Suresinden sonra:
‘’ Ey mülkün
sahibi olan Allah’ım!
Sen mülk ve
saltanatı dilediğine verir,
mülk ve saltanatı
dilediğinden çekip alırsın.
Dilediğini yüceltip aziz
edersin, dilediğini alçaltır
zelil kılarsın. İmkân,
mal ve nimet
senin elindedir. Sen,
her şeye kadirsin!
Geceyi gündüzün
içine sokarsın, gündüzü
de gecenin içine
sokarsın. Diriyi ölüden
çıkarırsın, ölüyü diriden
çıkarırsın. Dilediğini hesapsızca
rızıklandırırsın.’’ Al-i İmran
Suresi 26.27. Ayetler.
İkinci rekâtında
Fatiha Suresinden sonra:
‘’ Ey Rabbimiz!
Bizi doğruya ve
güzele yönelttikten sonra
kalplerimizi bozup eğritme
ve bize katından
bir rahmet bağışla.
Bağışla bizim günahlarımızı, affet
işlerimizdeki taşkınlığımızı, sağlam
bastır ayaklarımızı, kötülüklerimizin üzerini
ört ve canımızı
bütün varlığıyla sana
adamış biri olarak
al ve bizi
dürüst ve erdemli,
hayırlı kullarının arasına
kat .
Rabbim! Kuşkusuz
olarak sana inandık.
Affet, merhamet et.
Sen merhametlilerin en
hayırlısısın. Sen yalnız
sen bağışı sınırsız
olansın.’’
Öğle
ile akşam arası
kıldığım namazın birinci
rekâtında Fatiha Suresinden
sonra:
‘’ Allah’tan başka
ilah yok. Hayy’dır
O, sürekli diridir;
Kayyumdur O, kudretin
kaynağıdır. Ne gaflet
yaklaşır O’na ne
kendinden geçme ne
de uyku. Göklerde
ne var, yerde
ne varsa yalnız
O’nundur. O’nun huzurunda,
bizzat O’nun izni
olmadıkça kim şefaat
edebilir! O, insanların
önden gönderdiklerini de
bilir, arkada bıraktıklarını da!
İnsanlar O’nun bilgisinden,
bizzat kendisinin dilediği
dışında, hiçbir şeyi
kavrayıp kuşatamazlar. O’nun
kürsüsü, gökleri ve
yeri çepeçevre kuşatmıştır.
Göklerin ve yerin
korunması O’na hiç
de zor gelmez.
Aliyy’dir O, yüceliği
sınırsızdır, Azim’dir O,
büyüklüğü sınırsızdır.’’ Bakara
Suresi 255. Ayet.
İkinci rekâtında Fatiha
Suresinden sonra:
‘’Göklerdekiler de
yerdekiler de yalnız
Allah’ındır. İçlerimizdekini açıklasak
da gizlesek de
Allah, onlardan dolayı
bizi hesaba çeker
de dilediğini bağışlar,
dilediğine azap eder.
Allah Kadir’dir, her
şeye gücü yeter.
Resul, Rabbinden
kendisine indirilene inanmıştır,
müminler de. Hepimiz
Allah’a, O’nun meleklerine,
O’nun kitaplarına, O’nun
resullerine inanıyoruz. Allah’ın
resullerinden hiç birini
ötekinden ayırmayız. Dinledik,
boyun eğdik. Affet
bizi, ey Rabbimiz.
Dönüş yalnız Sanadır.
Allah
hiçbir benliğe, yaratılış
kapasitesinin üzerinde yük
yüklemez. Her benliğin
yaptığı iyilik kendi
lehine, işlediği kötülük
kendi aleyhinedir. Ey Rabbimiz!
Unutur yahut hata
edersek bizi hesaba
çekme. Ey Rabbimiz!
Bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır
yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize,
güç yetiremeyeceğimiz şeyleri
de yükleme. Affet
bizi, bağışla bizi,
acı bize. Sen
bizim Mevlâ’mızsın. Gerçeği
örten nankörlere, inkârcılara
karşı yardım et
bize.’’ Bakara Suresi
284.285.286. Ayetler.
Akşam
ile gece yarısı arası
kıldığım namazın birinci
rekâtında Fatiha Suresinden
sonra:
‘’ Yarılan karanlıktan
çıkan sabahın Rabbine
sığınırım. Yarattıklarının şerrinden
sığınırım. Çöktüğü zaman
karanlığın, gelip çattığı
zaman göz perdelenmesinin, tutulduğu
zaman ayın, battığı
zaman güneşin, taştığı
zaman şehvetin, ümit kırdığı
zaman musibetin şerrinden
sığınırım.
Düğümlere üfleyip
tüküren üfürükçülerin şerrinden
sığınırım, kıskandığı zaman
hasetçinin şerrinden sığınırım.’’
Felak Suresi
İkinci Rekâtında
Fatiha Suresinden sonra:
‘’ İnsanların Rabbine
sığınırım! İnsanların yöneticisine,
yönlendiricisine, insanların Tanrısına
sığınırım. Kıvrılıp kıvrılıp
saklanan, sinip sinip
gizlenen vesvesenin, o
sinsi, o aldatıcı
şeytanın şerrinden sığınırım.
İnsanların göğüslerine
kuşkular, kuruntular sokar
o. Cinlerden de
olur, insanlardan da.‘’
Nas Suresi.
Güneş
doğmadan önce kıldığım
namazda secdelerden sonra
oturarak bir şey söylemiyorum.
Diğer namazlarımda secdeden
sonra otururken Kur’an’dan
derlediğim cümlelerden oluşan
duaları okuyorum.
Öğle
ile akşam arası kıldığım
namazın birinci oturuşunda:
‘’
Allah gökleri ve
yerleri yaratan, yarattıklarını ahenk
ve güzellikle donatandır.
Her şeyi O
yarattı ve her
şeyi en iyi şekilde bilen
de O’dur. Allah’tır
bizim Rabbimiz, yalnız
Allah’a ibadet ederiz.
Gerçek ve adaletli
bir şekilde yapıp
yaratan, yaşatan, rızıklandıran
O’dur. Her varlığa
kendi varlık mertebesinde
layık olduğu imkân
ve şartları hazırlayandır. Sebepler
ve sonuçlar sadece
O’na aittir. Güvenip
dayanılacak, sığınılacak Allah’tan
başka ilah yoktur.
O, lütfu çok
olduğu halde görülmez,
oysaki O bütün
olup bitenlerden, kullarının
hallerinden de eksiksiz
olarak haberdar olandır.
Namazım, duam, kulluğum,
hayatım, ölümüm alemlerin
Rabbi olan Allah
içindir. Ortağı yoktur
O’nun . Allah her şeyin
Rabbi iken O’ndan
başka Rab aranmaz.
Bütün övgüler, bütün
şükürler, âlemlerin Rabbi
olan Allah’a olsun.’’
İkinci oturuşta:
‘’
Allah’tır O, ilah
yok O’ndan başka.
Yücelikler âleminin, göklerin
ve yerin mülkü
O’nundur. Kudret ve
onurun, cömertlik ve
ululuğun kaynağıdır. Allah
her şeye tanıktır. İlk
yaratan da O’dur,
tekrar yaratacak olan
da O’dur. Yüceler
yücesi Rabbim çok
affedici, çok esirgeyicidir. Sevginin
kaynağı, şefkat ve
merhameti sınırsız, rahmeti
sonsuz olandır. Hiç
kuşkusuz son varış
Allah’adır. Hiç kuşkusuz
güldüren de Rabbimdir,
ağlatan da. Hiç
kuşkusuz öldüren de
O’dur, dirilten de.
Hiç kuşkusuz zenginlik
veren de O’dur,
nimeti kısan da.
Kuşkusuz O’dur iyice
bilen, iyice duyan.
Her türlü övgü
üzüntüyü bizden gideren
Allah’adır. Rabbimiz bağışlayıp
affeden, şükürleri kabul
edendir.
Akşam ile
gece yarısı arasında
kıldığım namazın birinci
oturuşunda:
‘’ O, göklerin ve
yerin egemenliği kendisine
ait olan, çocuk
edinmeyen, egemenliğinde ortağı
bulunmayan, her şeyi
yaratan, yarattıklarına belli
bir ölçüye göre
düzen veren Allah’tır. Aşkındır, cömerttir,
kuşkusuz Allah her
şeye Kadir’dir. Allah’ın
insanlar için açtığı
rahmeti kısabilecek yoktur,
O’nun kıstığını da
O’ndan başkası açamaz. O
mutlak galiptir, hikmetle
yönetendir. Ey Rabbimiz!
Yalnız Sana güveniyoruz,
yalnız Sana yöneliyoruz.
Dönüş yalnız Sanadır. Ey
Rabbimiz! Bizi küfre
sapanlar için bir
imtihan aracı yapma!
Bağışla bizi Rabbimiz!
Sen, yalnız Sen,
sonsuz kudretin, sonsuz
hikmetin sahibisin.’’
İkinci oturuşta:
‘’ O, öyle
bir Allah’tır ki,
O’ndan başka Tanrı
yoktur. Görülmeyeni ve
görüleni bilendir. O,
esirgeyen bağışlayandır.
O,
öyle bir Allah’tır
ki, O’ndan başka
Tanrı yoktur. O,
malik ve sahiptir,
arınmıştır, selamet verendir,
emniyete kavuşturandır. Gözetip
koruyandır, üstündür, istediğini
zorla yaptıran, büyüklükte
eşi olmayandır. Allah,
müşriklerin ortak koşmalarından
yücedir, arınmıştır.
O,
yaratan, var eden,
varlıklara şekil veren
Allah’tır. En güzel
isimler O’nundur. Göklerde
ve yerde olanlar
O’nun şanını yüceltmektedirler. O,
galip olan, her
şeyi hikmeti uyarınca
yapandır. ‘’ Haşr Suresinden.
Üç
vakit namazımı da oturuştaki dualarımdan
sonra kalkmadan önce
İhlas Suresi, sonra
da ‘’ Allah’ım, bize
hem bu dünyada
iyilik ver, hem
de ahirette ve
bizi cehennem azabından
koru.’’ Duasıyla bitiriyorum.
Ama, ben İhlas
Suresindeki ‘’ Samet ‘’ kelimesini
geldiği manalarla zenginleştirerek okuyorum:
‘’ O,
Allah’tır Bir’dir.
Allah Samet’tir.
Allah,
her şeyin kendisine
muhtaç olduğu, yöneldiğidir.
Eksiği,
kusuru ve ihtiyacı
olmayandır.
Öncesiz ve
sonrasızdır. Var olmamızın
ve var olanların
tek sebebidir.
Allah doğurmamıştır
ve doğurulmamıştır ve hiç bir
şey O’nun dengi
değildir.
Namazı bitirdiğimde:
‘’ Bütün övgüler
Yaratıcımız olan Yüce
Allah’a, selam, meleklerimize, peygamberlerimize ve O’nun
sevdiklerinin, hoşnut olduklarının
üzerine olsun ‘’ diyorum.
Hatalarım, eksikliklerim, yanlışlıklarım, kuruntularım,
hayallerim, korkularım için
af diliyorum, günahlarımı
bağışlamasını istiyorum. Verdiği
nimetler için şükrediyorum,
üzüntülerimi gidermesini, bana
doğruyla eğrinin ne
olduğuna karar verebilme
bilgi ve yeteneğini
bağışlamasını ve beni
dürüst ve erdemli
insanların arasına katmasını
istiyorum. Geride kalan ömrümde,
Senin razı olacağın
iyi işler yapmamı
ilham et diyorum. Ben
namazı Allah’a olan
bağlılığımı, sadakatimi kendime
hatırlatmak, Allah’a şükretmek
ve Allah’ı yüceltmek
için kılıyorum. Sadece
ve sadece Allah’a
ibadet ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder