İncil



M.Ö.  597’de , Kenan’ın  dağlık  bölgesindeki  Yahuda  adlı  küçük  ülke , güçlü  Babil  İmparatorluğunun  hükümdarı  Nebukadnezar  ile  vasallık  anlaşmasını  bozunca  Babil  orduları  Kudüs’ü  kuşattı . Yahuda  kralı , rahipler , ordu  liderleri , zanaatkârlar , maden  işçileri  gibi  ülkeyi  yaşamını  sürdürülebilir  kılan  yaklaşık  on bin  yurttaşıyla  birlikte  Babil’e  sürüldü . Sürgünler  Babil’de  kötü  muameleye  maruz  kalmadılar , ama , politik  bağımsızlıklarını  ve  dinlerini  kaybetmişlerdi . Tanrıları  Yehova’nın  , eğer  sadece  O’na  ibadet  ederlerse , sonsuza  dek  kendi  topraklarında  yaşayacaklarına  dair  söz  verdiğine  inanıyorlardı . Yehova’nın  insanların  arasında  oturduğu  Kudüs  tapınağı  bu  cemaat  için  esastı . Oysaki  burada , yabancı  bir  diyarda  Yehova’nın  varlığından  çok  uzakta  bırakılmışlardı . Bu  ilahi  bir  ceza  olmalıydı . Durumu  düzeltmek  istiyorlardı  ama  mabetleri  olmadan  Yehova’ ya  nasıl  hizmet  edebilirlerdi . Ezerkel  adlı  genç  bir  rahip , sürgünün  beşinci  yılında  gördüğü  rüyada  ‘’ Ağıtlar , iniltiler  ve  sızlanmalar ‘’  yazılı  bir  rulo  tutan  el  gördü  ve  ‘’ bu  ruloyu  ye ‘’  diye  buyuran  ilahi  bir  ses  işitti . Kehanetsel  bir  andı  bu . Sürgünler, yitirdikleri  mabetlerinin  özlemini  çekmeye  devam  edeceklerdi , çünkü  o  dönemlerde  Ortadoğu’da  mabetsiz  bir  din  hayal  etmek  imkânsızdı . Fakat  İsraillilerin  Tanrılarıyla  bir  tapınak  yerine , kutsal  yazılarla  iletişim  kuracağı  zaman  geliyordu.
           Kudüs’ten  ayrılana  kadar  İsrailliler  dünya  üzerindeki  birçok  halk  gibi  gelenek  ve  anlatılarını  sözle  aktarırlardı . Bu  nedenle  Yehovacılık  bir  kitap  dini  haline  gelinceye  kadar  daha  uzun  yıllar  geçecekti . Sürgünler  Babil’e  yanlarında  Kudüs’teki  kraliyet  arşivinden  birçok  doküman  getirmişlerdi ; bu  dokümanlar  üzerinde  çalıştılar  ve  düzenlemeler  yaptılar . Geri  dönmelerine  izin  verilirse , insanlarının  tarihi  ve  ibadeti  üzerine  bu  belgeler , ulusal  yaşamın  yeniden  yapılandırılmasında  önemli  bir  rol  oynayabilirdi . Buna  karşın  kâtipler , bu  yazıları  kutsal  olarak  değerlendirmediler  ve  içinde  bulundukları  değişmiş  koşullara  uyum  sağlamaları  için  bunlara  yeni  bölümler  eklemekte  kendilerini  özgür  hissettiler . Çünkü  henüz  bir  kutsal  metin kavrayışına  sahip  değillerdi .
           İsrailliler  uluslarının  ilk  dönemlerinde , yaklaşık  M.Ö.  1200’lerde , Kenan  dağlığında  on iki  kabile  halinde  yaşar  ama  atalarının  biriyle  ya  da  önemli  bir  olayla  ilişkilendirilmiş  mabetlerinde  kutladıkları  ortak  bir  soy  ve  tarihe  inanırlardı ; kendilerine  özgü  bir  dini  görüşe  sahiptiler. Bölgedeki  birçok  halk , ilkel  zamandaki  tanrıların  dünyasına  merkezlenen  bir  mitoloji  ve  ayin  biçimi  geliştirmişti , fakat  İsrailliler , Yehovayla  birlikte  oldukları  bu  dünyadaki  yaşamlarına  odaklanmışlardı. İlk  baştan  itibaren  tarihsel  bir  açıyla , sebep  ve  sonuç  üzerinden  düşünmüşlerdi. Bununla  birlikte  henüz  bir  esas  anlatı  yoktu ; her  kabilenin  Mısır’daki  yaşamları  ve  sonrasıyla  ilgili  kendine  özgü  yorumları , her  bölgenin  kendi  yerel  kahramanı , kutlamaları , gelenekleri  vardı. Ancak , M.Ö.  1000  civarında , kabile  sistemi  yeterliliğini  yitirdi . Böylece  İsrailliler  Kenan  dağlığında  iki  monarşi  oluşturdular . Bunlar , güneyde  Yahuda  Krallığı , kuzeyde  ise  daha  geniş , daha  müreffeh  İsrail  Krallığıydı . Kutlamalar  ulusal  mabetlerde  krala  odaklanan  kraliyet  ayinlerine  dönüştü . Kral , taç  giyme  töreninde  Yehova  tarafından  evlat  edinilir , ‘’ Tanrının  oğlu’’  olurdu . Kuzey  Krallığının  ibadet  geleneği  hakkında  hiçbir  şey  bilinmemektedir , çünkü  İncil  tarihçilerinin  Yahuda’ ya  eğilimi  söz  konusuydu  ve  Yahuda  kendisine  benzer  bir  kraliyet  mitolojisine  sahip  Suriye’deki  Baal  ibadeti  geleneğinden  de  etkileniyordu .
           Eski  hikâyeler  artık  ibadet  geleneğinden  kurtulduğu  için  bağımsız , yazınsal  bir  yaşam  elde  ettiler . M.Ö.  8. yy.  içinde  Ortadoğu  ve  Doğu  Akdeniz’de  bir  yazınsal  devrim  yaşandı . Yunanistan’da   Homeros  epiklerinin  yazılışı  bu  dönemde  başladı  ve  İsrail  ile  Yahuda’ da  tarihçiler İncil’in  ilk  beş  kitabını  yazmak  için  eski  hikâyeleri  bir  araya   getirdiler . İlk  başlarda  kuzeyde  ve  güneyde  çok  farklı  tanrı  algılamaları  ifade  edilmiştir . Yehova  cennet  bahçesinde  bir  Ortadoğu  hükümdarı  gibi  gezinen , Nuh’un  gemisinin  kapısını  kapayan , sinirlenen  ve  fikrini  değiştiren  bir  algılayışla  sunulduğu  gibi  neredeyse  hiç  konuşmayan  ve  habercisi  olarak  bir  melek  göndermeyi  tercih  eden  bir  algılayışla  da  sunulmuştur . Daha  sonra  Yehova’nın  Tek  Tanrı  olduğuna  kanaat  getiren  İsrail  dini  tutkulu  bir  tektanrıcılığa  yönelecekti .  8.  yy. da  küçük  bir  peygamber  grubu  insanların  sadece  Yehova’ ya   tapınmasını   istedi . Fakat  bu  pek  ilgi  görmedi  çünkü  savaşçılık  konusunda  Yehova’yı  aşan  yoktu  ama  tarım  alanında  Yehova  uzman  değildi . Bu  nedenle  İsrail  ve  Yahuda’nın  insanları , iyi  mahsul  istediklerinde  yerel  bereket  tanrısı  Baal  ile  eşi  Anat  tapımına  başvuruyorlardı . 8.  yy.  başlarında  Kuzey  Krallığından  bir  peygamber , Hoşea  bu  uygulamaya  şiddetle  karşı  çıktı. İsrailliler  tüm  ihtiyaçlarını  karşılayabilecek  Yehova’ ya  dönmeliydiler . O’nu  mabet  ayiniyle  tatmin  etmeyi  dilemenin  bir  anlamı  yoktu : Yehova  hayvan  kurban  edilmesini  değil , ibadet  sadakati  istiyordu . Yehova’ ya  karşı  sadakatsizliğe  devam  ederlerse , İsrail  krallığı , güçlü  Asur  İmparatorluğu  tarafından  yakılacak , kasabaları  yerle  bir  edilecek , çocukları  öldürülecekti .
            8. yy.  ortalarında  İsrail’de  vaaz  veren  peygamber  Amos , Yehova’nın , sistemli adaletsizliği  cezalandırmak  adına  İsrail’e  karşı  kutsal  bir  savaş  yürüttüğünü  öne  sürdü . Hosea’nın  yaygın  saygı  gören  Baal  ibadetini  lanetlemesi  gibi , Amos  da  geleneksel  savaşçı  Yehova  inancını  ters  yüz  etti . Yehova  artık  İsrail’in  tarafını   tutmuyordu . Amos , aynı  zamanda , Kuzey  Krallığının  mabet  ayinlerine  de  tepeden  baktı . Yehova , gürültülü  ilahilerden  ve  arp’ların  dindar  tıngırtısından  bıkmıştı . Adaletin  ‘’ su  gibi  çağlamasını  ve  dürüstlüğün , yolundan  şaşmayan  bir  ırmak  gibi  olmasını ‘’  istiyordu . Bu  erken  tarihten  itibaren , İncil’e  ilişkin  yazılar , geçerli  gelenekselliğe  meydan  okuyarak , yıkıcı  ve  tabu  deviren  bir  hal  aldı .
             Kudüs’ün  İşaya’sı  daha  gelenekseldi ; kâhinleri  Davut’un  Evi’nin  kraliyet  ideolojisine  tamamen  riayet  ettiler . İşaya  peygamberlik  görevini  yaklaşık  740  yılında  almıştı . Yehova’nın  İşaya’ya  mesajı  kırsal  bölgenin  yerle  bir  edilmesi , yerlilerin  sürülmesiydi . İşaya  Asurlulardan  korkmuyordu , çünkü  ilahi  savaşçı  Yehova , bir  kez  daha  yürüyüşe  geçmiş , insanları  için  dövüşüyordu . Ama  Kuzey  Krallığı  böyle  bir  dokunulmazlıktan  yoksundu . Asur  orduları  on  yıl  içinde  Kuzey  Krallığının  başkenti  Samiriye’yi  yok  etti  ve  egemen  sınıfı  sürdü . Asur  vasalı  haline  gelen  Yahuda  Krallığı  güvende  kaldı  ve  mülteciler  kuzeyden  yanlarında  kendi  anlatılarını  ve  trajediyi  önceden  gören  Hoşea  ve  Amos’un  kayıtlı  kehanetlerini  de  getirerek  Kudüs’e  aktı .
            İşaya , bu  karanlık  yıllarda  Tanrı’nın  hâlâ  Davut  soyunun  yanında  olduğunu  gösteren  bir  işaretle  teselli  buldu . Genç  bir  hamile  kadın  yakında  İm-manu-El  ( Tanrı  bizimle  birlikte ) adını  vereceği  bir  oğlan  doğuracaktı . Bebek  doğduğunda  ona  Hezekiah  adı  verildi . Çocuk  taç  giyme  töreninde  ‘’ Mucize  Danışman , Muazzam  Tanrı , Ezeli  Baba , Barış  Prensi ) olarak  adlandırılacaktı .
            İncil  tarihçileri , yabancı  tanrılara  tapınmayı  yasaklamaya  çalışan  sadık  bir  kral  olarak  ona  saygı  göstermekle  beraber , Hezekiah’ın  güttüğü  dış  politika  bir  felaketti .  Asur’a  karşı  701’de  gerçekleştirilen  düşüncesizce  bir  ayaklanmadan  sonra  Kudüs  neredeyse  yıkıldı , kırsal  kesim  vahşice  yerle  bir  edildi  ve  Yahuda , küçücük  yıkıntı  bir  devlete  dönüştü . Ama  Yahuda’nın  kaderi, Asur’un  vasalı  haline  gelen  Kral  Manassek  ( M.Ö.  687-642 )  yönetimi  altında  düzeldi . Kral  Manassek , İmparatorlukla  bütünleşme  yolunda  Baal’e  sunaklar  kurarak , Asheah’ın  bir  büstünü  ve  Kudüs  tapınağında  güneşin  ilahi  atlarının  heykellerini  dikerek , şehir  dışında  çocuk  kurban  edilmesini  başlatarak , babasının  dini  hükmünü  ters  yüz  etti . 622 ‘ de  Yoşiya  Yahuda’nın  altın  çağını  simgeleyen  Süleyman  Tapınağı’nı  onartmaya  başladı . İnşaat  sırasında  yüksek  rahip  Hilkiah  mühim  bir  keşifte  bulundu . Yehova’nın  Sina  dağında  Musa’ya  verdiği  ‘’ yasa  rulosu ‘’  ( Sefer  Torah )  bulunmuştu . Hilkiah , bu  rulonun  kayıp  olduğunu , öğretilerinin  hiç  uygulanmadığını  ancak  Tanrı’nın  inayetiyle  bulunuşunun , Yahuda’nın  yeni  bir  başlangıç  yapabileceği  anlamına  geldiğini  öne  sürdü . Bu  doküman , büyük  ihtimalle  Hz.  Musa’nın  ölümünden  kısa  bir  süre  önce  bir  ‘’ikinci  yasa ‘’  iletmesini   tasarlayan  Tesniye  kitabının  eski  bir  sürümünü  kapsıyordu . Buna  karşılık  Tesniye , eski  bir  eser  değil , tamamen  yeni  bir  kutsal  metindi .  Tesniyeciler , Hz.  Musa  için  konuştuklarına  inanamıyorlardı . Başka  bir  deyişle , bu , bugün  bir  ikinci  yasa  iletiliyor  olsaydı  Hz.  Musa’nın  Yoşiya’ya  söyleyeceği  şeylerdi . İlk  kez  bir  İsrail  metni , basitçe  mevcut  durumu  kaydetmek  yerine  radikal  değişiklik  talep  ediyordu . Hemen  Yehova’nın  yeni  Torah’sını  harfi  harfine  takip  edecek  bir  program  başlatıldı . Mabetlerdeki  ucube  nesneler  yakılıp  yıkıldı , kırsal  ibadethanelerdeki  rahipler  öldürüldü  ve  mihrapları  yıkıldı .
            Kutsal  metne  yönelik  tutuculuk  fikrinin  öncüsü  Tesniyeciler , ibadetin  saflığını  garantilemek  için  ibadet  geleneğini  merkezileştirmeye  çabaladılar . Mabet’ten  bağımsız , laik  bir  yargılama  yarattılar  ve  kralı  kutsal  güçlerinden  ederek  herkes  gibi  Torah’ın  kulu  yaptılar . Eski  yasa  yazılarını , menkıbeleri  ve  ayinsel  metinlerin  ifade  biçimini  kendi  önermelerini  desteklemek  için  değiştirdiler . Artık  Tanrı’yı  göremiyordunuz  ve  O , insan  eliyle  inşa  edilmiş  bir  binada  yaşamıyordu . İsrailliler  , Yehova  Sion’da  yaşadığı  için  değil , insanlar  O’nun  emirlerini  yerine  getirdiği  için  topraklarının  sahibiydiler .
            Reformcular , kutsal  metinlerini  geleneği  muhafaza  etmek  için  değil , radikal  değişimi  ortaya  çıkarmak  için  kullandılar . Aynı  zamanda  İsrail’in  tarihini  ve  Yahudileri   Mısır’dan  kurtaran  Hz.  Musa’ya  ayrı  bir  dikkat  göstererek   yeniden  yazdılar . Çıkış  öyküsünün  doruk  noktası  artık  Sina’daki  tecelli  değil , Sefer  Torah  ve  Yehova’nın  Hz.  Musa’ya  verdiği  tabletlerde  On  Emir’in  yazılı  oluşuydu . Tesniyeciler , Çıkış  öyküsünü , Yeşua’nın  kuzeyin  dağlık  arazilerini  fethini  içine  alacak  şekilde  genişlettiler . Aynı  zamanda , İsrail  ve  Yahuda  Krallıklarının  tarihini , Davut  monarşilerinin  İsrail’de  tek  geçerli  egemenlik  olduğunu  öne  sürdükleri  Samuel  ve  Krallar  kitaplarını  da  yazdılar .
            Yeni  Torah’tan  büyülenmeyenler  de  vardı . Aşağı  yukarı  bu  dönemde  vaizliğe  başlayan  Yeremya , Yoşiya’yı  takdir  ediyor , reformcuların  çoğunun  amaçlarını  da  onaylıyordu  fakat  yazılı  bir  kutsal  metin  konusunda  kuşkuları  vardı . ‘’ Yazmanların  yalan  söyleyen  kalemi ‘’  bir  kalem  aldatmacasıyla  geleneği  alt  üst  edebilir  ve  yazılı  metin , bilgelik  yerine  bilgilendirmeye  odaklanan  yüzeysel  bir  fikir  tarzını  teşvik  edebilirdi .
            Tesniyeci  din , kesinlikle  katıydı . Reformcular  Hz.  Musa’nın  yerli  Kenanlıların  şiddetle  bastırılmasını  içeren  bir  politikayı  vaaz  edişini  betimlemişlerdi . ‘’  Malına  el  koyduğunuz  ulusların  tanrılarına  hizmet  ettiği  her  yeri  tamamen  yıkmalısınız . Sunaklarını  alaşağı  etmeli , sütunlarını  kırmalı , kutsal  direklerini  kesmeli , tanrılarının  oyulmuş  resimlerini  yakmalı  ve  o  topraktan  onların  isimlerini  silip  yok  etmelisiniz . ‘’
            Tesniyeciler  neredeyse  2  yy.  boyunca  Asur  vahşetine  maruz  kalmış  bir  bölgenin  şiddetli  düşünce  sistemini   özümsemişti . Bu  kutsal  metnin , dinsel  arayışın  yüksek  noktaları  kadar , başarısızlıklarını  da  yansıttığının  ilk  göstergelerinden  biriydi . Bu  metinlere  büyük  saygı  gösterildiyse  de  henüz  ‘’ kutsal  metin ‘’  haline  gelmemişlerdi . Metinler  giderek  toplumun  en  yüksek  arzularını  ifade  etmeye  başladılar . Yoşiya’nın  reformunu  kutlayan   Tesniyeciler , İsrail’in  ihtişamlı , yeni  bir  çağın  eşiğinde  olduğuna  ikna  olmuşlardı  ancak  Yoşiya , 622  yılında  Mısır  ordusuyla  girilen  bir  çatışmada  öldürüldü . Birkaç  yıl  içinde  de  Babilliler  Asur’un  başkenti  Ninova’yı  fethettiler  ve  bölgedeki  ana  güç  haline  geldiler . Yahuda’nın  kısa  bağımsızlığı  bitmişti . İzleyen  onlarca  yıl  boyunca  krallar  mensubiyet  konusunda  Mısır  ile  Babil  arasında  fikir  değiştirdiler . Sonunda  Kudüs  ve  tapınağı  Nebukadnezar  tarafından  586  yılında  yıkıldı .
            Sürgündeki  yazmanlar  arşivlerdeki  parşömen  rulolarını  incelediler . Tapınaklarını  kaybedince  tüm  dünyalarını  kaybeden  bazı  rahipler  geçmişe  baktılar  ve  umut  etmek  için  bir  sebep  buldular . Eski  metinler  gözden  geçirildi , Sayılar  ve  Levililer  kitapları  eklendi . Çıkış  hikâyesi  çok  farklı  algılayarak , doruk  noktasının  Sefer  Torah  ( Sina’da  Hz.  Musa’ya  verilen  yasa  rulosu ) değil , Tanrı’nın , çöl  yıllarında  sürekli  var  olacağını  vaat  etmesiydi . Tanrı  İsrail’i  aralarında  yaşamak  için  Mısır’dan  çıkarmıştı . Aralarında  yaşama , ‘’ Göçebe  bir  çadır  sakininin  yaşamını  sürmek ‘’  anlamını  ifade  ediyordu . Yani  Tanrı  sabit  bir  yapıda  yaşamak  yerine , yürüyen  insanlarıyla  birlikte  ‘’Çadırı ‘’  tercih  etmişti , tek  bir  yere  bağlı  değildi , insanlar  nereye  giderlerse  gitsinler  eşlik  edebilirdi . Tanrı’nın  hala  insanlarıyla  beraber  olduğu  ima  ediliyordu . İsrail , belirli  bir  ülkede yaşadığı  için  değil , Tanrı’sının  huzurunda  yaşadığı  için  bir  halktı . Sürgün  bir  dizi  göçün  sonuncusuydu ; Adem  ile  Havva  Cennetten  kovulmuş , Kabil , Habil’i  öldürdükten  sonra  evsiz  bir  avare  yaşamına  mahkûm  edilmiş , insanoğlu  Babil  kulesinde  bölünmüş , İbrahim Ur’u  terk  etmişti ; kabileler  Mısır’a  göç  etmiş  ve  çölde  göçebe  hayatı  yaşanmıştı . Sürgünlerin  son  dağılımlarında , varlığın  geri  dönebileceği  bir  topluluk  oluşturmaları  gerekiyordu . Tüm  insanlar , mabet  çalışanlarının  saflık  kurallarını  izlemeliydi , herkes , sanki  ilahi  varlığa  hizmet  ediyormuş  gibi  yaşamalıydı . İsrail , Yehova  gibi  ‘’kutsal ‘’  ve  ‘’ ayrı ‘’  olmalıydı . Böylece , ayrılık  ilkesine  dayalı  bir yaşam  biçimi  ortaya  çıkarıldı . Sürgünler , perhiz  ve  temizlik  gibi  kendine  özgü  kuralları  izleyerek  Babil’li  komşularından  ayrı  yaşamalılardı . İşte  o  zaman  Yehova  onların  arasında  yaşayacaktı . ‘’ Çadırımı  ortanıza  yerleştireceğim .’’  demişti   Tanrı  onlara  ‘’ ve  sizinle  birlikte  yürüyeceğim .’’
            Kutsallığın  güçlü  bir  ahlaki  unsuru  da  vardı. Yahudiler, her  bir  yaratığın  kutsal  ‘ötekiliğine’   saygı  göstermek  zorundaydı . Bu  nedenle  hiçbir  şey , toprak  bile  esarete  mahkûm  edilemez  ya  da  sahiplenemezdi . Yahudiler  yabancıyı  hor  görmemeliydiler . ‘’ Eğer  bir  yabancı , sizinle  birlikte  toprağınızda  yaşıyorsa , ona  rahatsızlık  vermeyin . Onu  vatandaşlarınızdan  saymalı  ve  kendiniz  gibi  sevmelisiniz , çünkü  bir  zamanlar  siz  de  Mısır’da  bir  yabancıydınız . ‘’ ( Levililer 19- 33…34) Bu görüş  Tesniyecilerin  aksine , dahil  ediciydi . Yabancılaşma  ve  sürgün  anlatısı  eski  düşmanlarla  uzlaşmanın  önemini  sürekli  vurguluyordu . Yehova , dünyayı  yaratışı  her  yeni  yılda  görkemli  törenlerle  kutlanan  Babil  tanrısı  Marduk’un  aksine , emredilmiş  bir  kozmos  yaratmak  için  öteki  tanrılarla  mücadele  etmek  zorunda  değildi . Okyanus , Marduk’la  kavgaya  girip  öldürülen  Tiamat  gibi  korkutucu  bir  deniz  tanrısı  değil , basitçe  kâinatın  ham  malzemesiydi . Güneş , ay , yıldızlar  tanrı  değil , sadece  yaratıklar  ve  görevlilerdi . Tanrı  sadece  bir  emir  dillendirmiş  ve  dünyamızı  oluşturan  unsurlar  teker  teker  yaşam  bulmuştu . Her  günün  sonunda , Tanrı  yaptığı  her şeyin  iyi  olduğunu  görmüştü . Son  günde  Yehova , her  şeyin  çok  iyi  olduğunu  onaylamış  ve  muhtemelen  Babilliler  de  dahil , tüm  yaratımını  kutsamıştı .
            Ama  6. yy. da  Babil’de  vaaz  veren  bir  başka  peygamber , daha  saldırgan  bir  teolojiyi – tanrı  bilimini  benimsemişti . 539’da  Pers  Kralı  Keyhüsrev , Babillileri  mağlup  etti  ve  dünyanın  o  zamana  kadar  gördüğü  en  büyük  İmparatorluğun  başına  geçti . Sürgünleri  yurtlarına  geri  yollamaya  söz  veren  Keyhüsrevi , Yehova , kendisi  aracı  olarak  getirmişti  ve  bölgede  bir  güç  devrimine  sebep  olmuştu . Başka  herhangi  bir  tanrı  onunla  boy  ölçüşebilir  miydi ? Hayır , diye  goyim’in  tanrılarına  tepeden  bakarak  konuştu  Yehova : ‘’ Siz  bir  hiçsiniz  ve  eserleriniz  hiçlik.’’ Tek  Tanrı  olmuştu . ‘’ Ben  Yehova , eşsiz  olan  ‘’  diye  gururla  açıkladı . ‘’ Benden  başka  Tanrı  yok’’ ( İşaya  41-45 ) Bu , Yahudi  İnciline  dönüşen  metin  içindeki  ilk  su  götürmez  tektanrıcı  ifadedir .
            Keyhüsrev  sözünü  tuttu . 539’da  küçük  bir  sürgün  grubu  Kudüs’e  doğru  yola  çıktı . İsraillilerin  büyük  bir  kısmı  İbrani  kutsal  metinlerine  önemli  bir  katkıda  bulunacakları  Babil’de  kalmayı  tercih  etti . Geri  dönen  sürgünler  topluluğu , düzenlenmiş  dinlerinin  Yehovacılığın  tek  hakiki  türü  olduğuna  inanmışlardı . Ama  Babil’e  gönderilmemiş , eski  Kuzey  Krallığının  topraklarında  yaşayan  İsrailliler  bu  görüşü  paylaşmayacaklardı . En  sonunda  M.Ö.  520’de  tamamlanan  yeni  tapınak  Yehovacılığı  yeniden  bir  tapınak  inancı  yaptı . Bununla  birlikte , çok  yavaş  bir  şekilde  Golah , Babil’de  kalmış  İsraillilerin  yardımıyla , tomarlardan  oluşan  karmaşıklığı  bir  kutsal  metne  çevirmek  üzereydi .
            M.Ö.  398  yılında  Pers  Kralı , Yahudi  ilişkilerinden  sorumlu  vekili  Ezra’yı , Musa’nın  Torah’sını  toprağın  yasası  olarak  uygulatmak  üzere  bir  fermanla  Kudüs’e  gönderdi . Ezra , bu  karışık  öğreti  parçalarının  tek  Tevrat’a  dönüşmesi  için  mutlak  değer  görmesini  sağlayacaktı . Ezra kutsal  metine  dayalı  bir  ruhani  disiplin  geliştirmeye  başlamıştı . Tevrat , artık  diğer  yazılardan  üstün  tutuluyordu  ve  ilk  kez  ‘’ Musa’nın  Yasası’’  olarak  adlandırılıyordu . Bununla  birlikte  Tevrat , basitçe  okunduğunda  talepkâr  ve  endişelendirici  görünebiliyordu . Tevrat , kendisini  sıradan  yaşamdan  ayıran  ritüeller  bağlamında  ele  alınmalıydı  ve  insanları  farklı  bir  mantık  çerçevesine  sokmalıydı . Tevrat , insanlar  ona  farklı  davranmaya  başladığı  için  ‘’ kutsal  metin ‘’  haline  geliyordu . Bu  Tevrat  ruhaniliğinin  belki  de  en  önemli  unsuru  Ezra’nın  kendisiydi . O  bir  rahipti , geleneğin  koruyucusuydu , kendini   Yehova’nın  Tevrat’ını  incelemeye  adamış , İsrail’de  yasayı  ve  düzeni  öğretip  uygulayan , kutsal  metinleri  yorumlayabilen  bir  bilgindi . Ama , Ezra’nın  okuması  sınır  dışı  edilme  ve  mülke  el  konulması  tehdidiyle  başlıyordu . Yabancı  eşlerin  gönderilmesi  isteniyordu . İsrail’e  aidiyet , artık  kendini  Golah’a  ve  Yahuda’nın   resmi  yasa  ilkesi  Tevrat’a  adamışlarla  sınırlıydı . Kutsal  metne  duyulan  coşkunun  ayrımcı , bölücü  ve  potansiyel  anlamda  gaddar  bir  gelenek  geliştirmesi  daima  bir  tehlike  arz  ediyordu .
            Ezra’nın  okuması , sadece  vahyi  algılamak  ve  korumakla  değil , onun  sürekli  yeniden  yorumlanmasıyla  ilgilenen  bir  dinin , klasik  Museviliğin  başlangıcını  simgeler . Ezra’nın  yasasının , ilk  kez  duyduklarında  gözyaşı  döken  insanlar  tarafından  bilinmediği  açıktır . Metni  izah  ettiğinde  Musa’ya  uzak  geçmişte  bildirilmiş  olan  özgün  Torah’yı  yeniden  üretmemiş , yeni  ve  beklenmedik  bir  şey  yaratmıştı . Vahiy , tek  sefere  mahsus  meydana  gelen  bir  şey  değil , daima  keşfedilecek  taze  öğretilerden  meydana  geldiği  için , asla  sona   ermeyecek  devamlı  bir  süreçti .
            O  zamana  kadar  belirlenmiş  iki  adet  kutsal  metin kategorisi  mevcuttu : Tevrat  ve  Peygamberler. Sonra  rahip  yazarların  yazdığı  tarihsel  bir  anlatı , özünde  Samuel  ve  Kralların  Tesniyeci  tarihi  üzerine  bir  yorum  olan  Tarihler  ortaya çıktı . Yazarlar  eski  kayıtlarda  yeterli  bulmadıkları  şeyleri  daha  iyi  hale  getirmek  için  satır  aralarını  yazıyorlardı . Yazıların  önemli  bir  kısmı  Yasa’dan  da  Peygamberlerden  de  uzak  bir  ekole  aitti . Eski  Yakındoğu’da  saraya  öğretmen  veya  danışman  sıfatıyla  bağlı bilgeler , gerçekliğin  tümünü , ilahi  kökenin  uçsuz  bucaksız ,temel  ilkesi  tarafından  şekillendirilmiş  olarak  görme  eğilimindeydi . Yahudi  bilginleri , bu  kök  ilkeye  ‘’ Bilgelik ‘’ ( Erdem )  derlerdi . Her  şey  ( doğa  kanunları , toplum  ve  bireylerin  yaşamındaki  ayrıntılar )  insanların  asla  kavrayamayacağı  bu   semavi  tasarıya  uyum  gösterirdi . Ama  kendilerini  Bilgelik  üzerine  düşünmeye  adamış  alimler , arada  bir  anlığına  gördüklerine inanırlardı . Bilgelik  geleneğinin  Musa  ve  Sina’yla  pek  az  bağı  vardı  ve  bu  tip  sezgiyle  ün  salmış  Kral  Süleyman’la  ona  atfedilen  Meseller , Derlemeci  ve  Neşideler  Neşidesi  ile  anılırdı . Meseller  sağduyu  aforizmalarından  oluşan  bir  toplamaydı . Derlemeci  açıkça  sinik  bir  meditasyondu ; her  şeyi  beyhude  görürdü  ve  bütün  Tevrat  geleneğini  zayıflatma  amacında  gibiydi . Neşideler  Neşidesi  ise  göze  görünür  bir  ruhani  içerik  taşımayan , erotik  bir  şiirdi .
            Diğer  Bilgelik  metinleri , adil  bir  Tanrı’nın  hükümdarlığı  altındaki  dünyada  yaşayan  masum  insanların  acı  çekmeleri  gibi  çözümsüz  bir  sorunu  araştırdı . Eyüp’ün  Kitabı  eski  bir halk  hikâyesine  dayanıyordu . Tanrı , İlahi  Toplantının  Meşru  savcısı  Şeytan’a , Eyüp’ün  başına  hak  etmediği  felaketler  salarak  sınama  yetkisi  vermişti . Eyüp , dokunaklı  bir  şekilde  cezasından  yakınmış  ve  kendisini  avutmak  isteyen  arkadaşlarının  beylik  açıklamalarını  kabul  etmemişti . Sonunda  Yehova , Çıkış’taki  hadiselere  gönderme  yaparak  değil , temelde  yaratımı  yöneten  ana  plan  üstüne  düşünmesi  için  onu  zorlayarak  Eyüp’e  cevap  vermişti . Eyüp  ilahi  bilgeliği  algılayamayacağını  itirafa  zorlanmıştı : ‘’ Anlayamayacağım  olaylar , benim  ve  bilgimin  ötesindeki  mucizeler  üstüne  uzun  uzadıya  konuşmuşum . ‘’  ( Eyüp  42-3. ) Bilge , erdeme  Tevrat  üzerinde  çalışarak  değil , fiziksel  dünyanın  mucizeleri  üzerine  derinlemesine  düşünerek  ulaşmıştı . Ama  2. yy.  da  bazı  Bilgelik  yazarları  Tevrat’a  yakınlaşmaya  başladı . Kudüs’te  yaşayan  dindar  bir  bilge  olan  Ben  Sirah , Bilgeliği  soyut  bir  ilke  olarak  görmemeye  ve  İlahi  Birliğin  üyesi  olarak  hayal  etmeye  başladı . O , Tanrı’nın  tüm  şeyleri  üzerinden   var  ettiği  Sözdü .  Tanrı  ona , çadırını  İsrail  halkıyla  kurmasını  buyurmuş , o  da  tüm  tarihleri  boyunca  ona  eşlik  etmişti . Bilgelik , sefer  Torah’la , ‘’ Musa’nın  emrettiği  yasayla ‘’  özdeşti . Tevrat  artık  basit  bir  yasa  ilkesi  değildi ; en  yüksek  bilgeliğin  bir  ifadesi  ve  en  aşkın  iyilik  haline  gelmişti . ‘’Beni  yiyenler , daha  fazlasına  iştah  duyacak , beni  içenler  daha  fazla  susuzluk  hissedecek . ‘’
            M.Ö. 333’de  Pers  İmparatorluğu  büyük  İskender  tarafından  işgal  edilince  Yahuda , Yunan  İmparatorluklarının  bir  eyaleti konumuna  gelmişti . Mezopotamya  ve  Filistin  Selevkos  İmparatorluğunun  hükümdarı  Epiphones  Kudüs  tapınağını  bozup  buraya  Helenistik  bir  kült  getirince  ve  buna  karşı  çıkan  Yahudilere  zulmedince  Helenizm   karşıtlığı  muhafazakâr  Yahudiler  arasına  iyice  yerleşti . Yahuda  Makabi  ve  ailesi  , Yahudi  direnişine  liderlik  etti ; 164’de  Yunanlıları  tapınaktan  çıkarmayı  başarabildiler  ancak  savaş  143 ‘e  dek , Makabiler  Selevkos  hükümdarlığından  kurtulup  M.Ö.  63  yılına  kadar  Hasmon  hanedanı  tarafından  yönetilen  Yahuda’yı  bağımsız  bir  devlet  ilan  ettikleri  tarihe  dek  sürdü .
            Danyal’ın  Kitabı , Makabi  savaşı  sırasında  düzenlendi . Sürgün  sırasında  Babil’de  geçen  bir  tarihi  roman  biçimini  aldı . Gerçek  hayatta  Danyal  (Daniel ) erdemli  sürgünlerden  biriydi , ancak  bu  kurgusal  çalışmada  Nebukadnezar  ve  Keyhüsrev’in  saraylarında  resmi  bir  peygamberdi . Daniel  her  türlü  tasavvuru  ve  rüyayı  yorumlama  yeteneğine  sahipti . Birçok  kehanette  bulunan  Daniel  anlayamadığı  bir  sürü  başka  imgelem  ( hayal gücü )    de  görüyordu . Aydınlanmayı  kutsal  metinde  aradı  ve  özellikle  Yeremya’nın   Kudüs’ün  art  arda  yıkılışlarının  sonu  gelmeden  önce  yetmiş  yıl  geçmesi  gerektiğine  dair  tahminiyle  ilgilendi . Daniel  savaşın  sonucunu  tedirginlikle  bekleyen  Yahudilere  rahatlama  getirecek  eski  kehanetin  içinde  tamamen  yeni  bir  anlam  bulmak  istedi . Bu  tavır  Yahudi  tefsirinin  tipik  bir  özelliği  halini  alacaktı . Yorumcu , tarihi  anlamını  açığa  çıkarmak  için  geçmişe  bakmak  yerine , metnin  şimdiye  ve  geleceğe  hitap  etmesini  sağlayacaktı . Tevrat  çalışmaları , kehanetle  ilgili  bir  disipline  dönüşüyordu . Daniel  kutsal  metnin kelimelerini  içselleştirerek  sürekli  zihninde  yaşattı  ve  kendisini  başkalaşmış , temizlenmiş , arınmış  ve  bembeyaz   buldu . En  sonunda  Daniel , Yeremya’nın  kelimelerinde  tamamen  yeni  bir  mesaj  bularak  , Makabi  Savaşı’nın   başarılı  sonucunu  tahmin  ederken  tasarladı . Cebrail  karmaşık , esrarengiz  bir  ayetle  Makabilerin  yeneceğini  bildiriyordu . 
            Ne  yazık  ki  makabillerce  kurulmuş  Hasmon  hanedanın   kralları  zalim  ve  yozlaşmıştı . Davud’un  neslinden  değillerdi  ve  dindar  Yahudileri  dehşete  düşürerek  tapınağın  kutsallığını  çiğniyorlardı . Bu  saygısızlıktan  öfkeye  kapılan  Yahudilerin  tarihsel  imgelemi  geleceğe  yöneldi . 2.  yy.  sonunda , bir  sofuluk  patlaması  söz  konusuydu . Çözüm  bulma  arayışı  içindeki  Yahuda  halkı , her  biri  kendisinin  gerçek  İsrail  olduğunu  söyleyen  pek  çok  mezhebe  bölündü . Ancak  bu  sıra  dışı  biçimde  yaratıcı  bir  dönemdi . Halen  yetkin  bir  kutsal  metin  ve  bir  gelenek  mevcut  değildi . Mezheplerin  pek  azı  kendilerini , Yasa  ve  Peygamberlerin  geleneksel  okumalarına    bağımlı  hissediyordu . Hatta  bazıları  kendilerini   tamamen  yeni  kutsal  metinler  yazmak  konusunda  bile  özgür  görüyordu . Bu  mezheplerden  biri  olan  Kumran  üyeleri  manastır  inzivasına  çekilerek  Yasa   ve  Peygamberlere  hürmet  etmekle  beraber , sadece  kendilerinin  onları  anladıklarına  inandılar . Tanrı  yakında  yeni  bir  dünya  düzeni  sunacak  ve  Musa’ya  ait  anlaşma  yeniden  yazılacaktı . Bu  süre  zarfında  Kumran  cemaati  Kudüs’te  mahvedilmiş  mabedin  yerini  alan  saf , sembolik  bir  tapınaktı . Üyeleri  rahip  kurallarını  takip  ediyor , giysilerini  temiz  tutuyor , yemek  salonuna  tapınağın  ibadet  bölümüne  giriyormuş  gibi  yürüyordu . Saflık  kuralları  takip  ediliyor , özel  mülkiyet  reddediliyor , her  şey  ortak    görülüyor , boşanma  yasaklanıyordu .
            Nüfusun  yaklaşık  yüzde  bir-ikisini  oluşturan  bir  başka  mezhep  Ferisiler , yüksek  saygı  görüyordu . Yasa  ve  Peygamberlere  yaklaşımları  daha  geleneksel  olsa  da , imanlı  ölülerin  Tanrı’nın  son  zaferini  paylaşmak  için  mezarlarından  kalktığı  gibi  yeni  fikirlere  açıklardı . Çoğu , kendilerini  rahipler  gibi  yaşamaya  adamış , arınmışlık  kurallarını  evlerinde , sanki  tapınakta  yaşıyormuşçasına   gözeten  sıradan   kimselerdi .
            Milat  öncesi  bir  Mesih’in  dünyayı  doğru  yola  sokmak  için  geleceği  beklentisi  yaygın  değildi . İkinci  Tapınak  Döneminin  sonundaki  kıyamet  senaryoları  genellikle  Tanrı’yı , yeni  düzeni  insan  yardımı  olmadan  kurarken  göstermişti . ‘’ Tanrı’nın  Krallığı’nı ‘’  başlatan  ve  ‘’ yargıda  sonsuza  dek  goyim’in  üstünde  oturacak  ‘’Davut  benzeri  bir  kralın  bahsi  geçiyordu . Bir  başka  metin ‘’ Tanrı’nın  oğlu  ve  en   ulunun  oğlu  olarak  çağrılacak  ve  dünyaya  barış  getirecek ‘’  bir  hükümdardan  söz  ediyordu . Bu  açıkça  İşaya’nın  İm-manu-El  kehanetine  özlemli  bir  göndermeydi .
            Bu  durum , Filistin  M.Ö.  63  yılında  Roma  generali  Pompey  tarafından  fethedilip  Roma  İmparatorluğuna  bağlandıktan  sonra  değişti . Kimi  açılardan  Roma  yönetimi  yararlıydı . M.Ö.34  ile  4  yılları  arasında  Kudüs’te  hükümdarlığını  sürdüren  ve  Roma  vesayeti  altındaki  Kral  Herod , tapınağı  muhteşem  bir  ölçek  ile  yeniden  inşa  etti . Yine  de  Romalılar  pek  tutulmuyordu . Bir  grup  peygamber , halkı  isyan  için  seferber  etmeye  uğraştı . Fakat   Romalılar  ayaklanmaları  gaddarca  bastırdı . Esene  ( Kumran )   hareketine  dahil  olduğu  tahmin  edilen  çileci  bir  aziz , Vaftizci  Yahya , M.S.  20’lerde  büyük  kalabalıkları  ‘’ Cennet    Krallığı’na ‘’   ramak  kaldığını  açıkladığı  Yahuda  çölüne  çekti . Yahudilerin  günahlarını  itiraf   ederek , Ürdün  nehrinde  kendilerini  yıkayıp , suçsuz , dürüst  bir  yaşam  sürecekleri  üzerine  yemin  ederek  hazırlanmaları  gereken  büyük   bir  yargılanma  günü  olacaktı . Yahya , Roma  yönetimi  karşıtı  bir  vaaz  vermemiş  görünmekle  birlikte  idam  edildi .
            Yahya ,aşağı  yukarı  aynı  zamanda  Tanrı’nın  Krallığının  yakında  geleceğini  açıklayan  şifacı  ve  kötü  ruh  kovucu  Nasıralı  İsa’yla  ilişkilendirilmiş  görünüyordu . Roma  karşıtı  duygular  devam  ediyordu  ve  İsa , Fısıh  bayramını  kutlamak  için  Kudüs’e  gittiğinde , M.S.  30  yılında  Pontius  Pilate  tarafından  idam  edildi . ( Kur’an  böyle  olmadığını  söylüyor . )  Ancak  bu  idam  İsa  hareketini  sonlandırmadı . Müritleri , İsa’nın   mezarından  kalktığına  inanıyordu . Onu  imgelerinde  gördüklerini  ve  dirilişinin , erdemli  ölülerin  mezarlarından  kalktığı  son  günleri  müjdelediğini  öne  sürdüler . İsa, yakında  krallığı  başlatmak  için  görkemli  bir  dönüş  yapacaktı . Bu  grubun  lideri  ‘’ Erdemli  olan’’  adıyla  bilinen  ve  hem  Ferisilerle , hem  de  Esenelerle  iyi  ilişkilere  sahip , İsa’nın  kardeşi  James’ti. Hareket  diasporadaki  Yunanca  konuşan  Yahudileri  ve  şaşırtıcı  bir  şekilde , sinagogların  onursal  gayri  Yahudi  üyeleri  ‘’ Tanrı’dan  Korkanlar ‘’ ı  da  kendine  çekti . İsa  hareketi , mezheplerin  büyük  bölümünün  gayri  Yahudilere  karşı  düşmanca  bir  tutum  sergilediği  Filistin’de  nadiren  yankı  buldu  fakat  diasporada  Yahudi  ruhaniliği , daha  az  dışlayıcı  ve  Helenistik  fikirlere  daha  açık  olmaya  eğilimliydi . Büyük  İskender’in  Yukarı  Mısır’da  kurduğu  ve  ana  bir  öğretim  merkezine  dönüşmüş  İskenderiye’de  büyük  bir  Yahudi  topluluğu  mevcuttu . İskenderiyeli  Yahudiler  yunanca konuşuyorlardı ; ileride  ilginç  bir  Yunan  ve  Yahudi  kültürü  sentezine  erişeceklerdi . Ama  çok  azı  klasik  İbranice  okuyabildikleri  için  Tevrat’ı  anlayamıyorlardı . Gerçekte  Filistin’de  bile  çoğu  Yahudi  İbranice  yerine  Aramice  konuşuyor , Yasa  ve  Peygamberler , sinagogda  yüksek  sesle  okunduğunda  tercümeye  ihtiyaç  duyuyorlardı .
            M.S.  60  yıllarında  İskenderiye’deki  Yahudi  topluluğuna  karşı   katliamlar  söz  konusuydu . Roma  İmparatorluğunda  olası  bir  Yahudi  ayaklanması  korkusu  vardı . M.S.  66’da  bir  grup  Yahudi  partizan , Romalı  askerleri  inanılmaz  bir  şekilde  dört  yıl  boyunca  koyda  tutmayı  başarabilen  bir  isyana  ön  ayak  oldu . İsyanın  diasporadaki  Yahudi  toplulukları  arasında  da  yayılacağından  korkan  yetkililer  70  yılında  Kudüs’ü  işgal  etti . Romalı  askerler  tapınağa  girdiklerinde  karşılarında   onlarla  ölümüne  savaşmaya  hazır  altı  bin  Yahudi  partizan  buldu . Tapınak  ateşe  verilince  korkunç bir  haykırış  yükseldi . Kimileri  kendilerini  Romalıların  kılıçlarına , kimileri  de  ateşe  doğru  attı . Tapınak  elden  gidince  Yahudiler  pes  etti . Tapınak  yüzyıllarca  Yahudi  dünyasının  kalbinde  dikili  kalmıştı  ve  dinleri  için  merkeziydi . Şimdi  bir  kez  daha  yok  edilmişti . İkinci  Tapınak  Döneminin  sonunda  çoğalan  Yahudi  mezheplerinden  yalnızca  ikisi  yaşamını  sürdürebildi . Bunu  başarabilenlerin  birincisi , felaketten  tamamen  yeni  bir  dizi  kutsal  metin  yazacak  şekilde  esinlenen  İsa  hareketiydi .
            İsa  hareketi  İkinci  Tapınak  Döneminin  son  zamanlarında  şiddet  içinde  birbiriyle  yarışan yığınla  mezhepten  sadece  biriydi . Hareketin  bazı  alışılmadık  nitelikleri  vardı  ama  ilk  Hıristiyanlar  diğer  birçok  grup  gibi  kendilerini  gerçek  İsrail  olarak  görüyor  ve  Musevilikten  kopma  gibi  bir  niyet  gütmüyorlardı . Bir  grup  insanın , ebedi  krallık  kurmak  için  Davut  soyundan  erdemli  bir  kral  beklediğine  dair  ipuçları  vardı . Hz.  İsa’nın  bahsi   geçen  Mesih  olduğunu  iddia  edip  etmediğini  bilmiyoruz ; İncil  bu  konuda  muğlaktır :  ‘’ Ve  İsa  kendi  şakirtleri  ile  Filipus  Kayseriyesinin  köylerine  çıktı ; yolda  şakirtlerine  sorup    onlara  dedi : Halkın  dediğine  göre  ben  kimim ?  Onlar  da  cevap  verip  dediler : Vaftizci  Yahya ; başkaları  İlya , Başkaları  da : Peygamberlerden  biridir , diyorlar . O  da  onlara  sordu : Ya  siz , ben  kimim  dersiniz ? Petrus  ona  cevap  verip : Sen  Mesih’sin , dedi . O  da  kendi  hakkında  kimseye  söylemesinler  diye  onlara  sıkıca  tembih  etti .’’ Markos  8- 27.  ..33. Bununla  birlikte , ölümünden  sonra  bazı  takipçileri  İsa’yı  imgelerinde  gördüler  ve  onun  mezarından  kalktığına  ikna  oldular . Bu , Tanrı  dünyada  kendi  hükümdarlığını  başlattığında  tüm  erdemlilerin  dirileceğini  müjdeleyen  bir  olaydı .
            Hz.  İsa  ve  öğrencileri  Kuzey  Filistin’deki  Galile’dendi . Hz.  İsa’nın  ölümünden  sonra   tüm  kehanetler , tapınağın  yeni  bir  dünya  düzeninin  mihveri  olacağını  söylediği  için , krallık  geldiğinde  hazır  bulunmak  amacıyla  Kudüs’e  geçmişlerdi . Hareketlerinin  liderleri  ‘’Onikiler ‘’  diye  biliniyordu. Krallıkta , yeniden  kurulacak  İsrail’in  on  iki  kabilesini  yöneteceklerdi . ‘’ Doğrusu  size  derim : İnsanoğlu  her  şeyin  yenilenmesinde , izzetinin  tahtına  oturacağı  zaman , siz  ki  benim  ardımca  gelenlersiniz , siz  de  İsrail’in  on iki  sıptına  hükmederek  on iki  taht  üzerinde  oturacaksınız.’’ Matta  19-28.  İsa  hareketinin  üyeleri  tapınakta  her gün  birlikte  ibadet  ederlerdi . Aynı  zamanda  da , krallığın  yakın  zamanda  gelişine  inançlarını  doğruladıkları  toplu  yemekler  için  bir  araya  gelirlerdi . Dindar , geleneksel  Yahudiler  olarak  yaşamayı  sürdürdüler . Eseneler  gibi  onlar  da  özel  mülk  sahibi  değillerdi ; mallarını  eşit  olarak  paylaşıyor , yaşamlarını  son  günlere  adıyorlardı . İsa , gönüllü  fakirlik  önermiş , yoksullara  özel  itina   gösterilmesini  , gruba  sadakatin  aile  bağlarından  daha  çok  önemsenmesini , kötünün , şiddet  içermeyen  bir  tavırla  ve  sevgiyle  karşılanmasını  tavsiye  etmiş  görünmektedir . Hıristiyanlar  vergilerini   ödemeli , Roma  otoritelerine  saygı  göstermeli , silahlı  çatışmayı  akıllarından  bile  geçirmemeliydiler . Hz.  İsa’nın  takipçileri  Tevrat’a  hürmet  etmeye , Sebt  gününe  uymaya  devam  etti ; perhiz  kurallarının  takibine  büyük  önem  veriliyordu .
            Ancak  Hıristiyanlık   diğer  açılardan  fazlasıyla  ayrıksı  ve  tartışmalıydı . Hz.  İsa’nın  ölüm  şekli  bir  utanç  kaynağıydı . Sıradan  bir  suçlu  gibi  ölmüş  bir  adam  nasıl  Tanrı’nın  ‘Mesh  Edilmişi’  olabilirdi ? Birçok  kişi  Hz.  İsa’yla  ilgili  Mesih  iddialarını  bir  rezillik  olarak  niteliyordu : ‘’ Yahudiler alamet  isterler  ve  Yunanlılar  hikmet  ararlar ; fakat  biz  Yahudilere  tökez  ve  milletlere  akılsızlık  olan  haça  gerilmiş  Mesih’i  vaaz  ederiz . ‘’ 1.Korintoslular  1-23 . Hareket , aynı  zamanda  diğer  mezheplerden  bazılarında  var  olan  ahlaki  titizlikten  de  yoksundu . Günahkârlar , fahişeler  ve  Roma  vergilerini  toplayanların , papazlarla  birlikte  krallığa  gireceğini  öne  sürüyordu . Hıristiyan  misyonerler , Samiriye  ve  Gazze  gibi , Filistin’in  uçta  ve  dini  açıdan  belirsiz  bölgelerinde  İncil’i , yani  Hz.  İsa’nın  yakın  dönüşünün  müjdesini  vaaz  ediyordu . Aynı  zamanda  büyük  aşama  kaydettikleri  diasporada  ( Şam , Fenike ,Kilikya  ve  Antakya’da )  cemaatler  yapılandırdılar .
            Misyonerler  özellikle  Yahudi  kardeşlerine  vaaz  verseler  de , aynı  zamanda  gayri  Yahudilerin , özellikle  de  ‘’ Tanrı’dan  korkanların ‘’   arasından  bazılarının  dikkatini  çektiklerini  gördüler . Diasporadaki  Yahudiler  bu  pagan sempatizanlarını  hoş  karşılamıştı  ve  Herod’un   yeni  tapınağının  dış  avlusu , Yahudi  festivallerine  katılmak  isteyeceklere  hizmet  etmesi  düşünülerek  tasarlanmıştı . Pagan  ibadetçiler  tek  tanrıcı  değillerdi . Diğer  tanrılara  ibadet  etmeyi , yerel  ayinlere  katılmayı  sürdürdüler . Birçok  Yahudi , Tanrı  sadece  İsrail’den  özel  ibadet  talep  ettiği  için ( ! ? ! )  buna  karşı  gelmiyordu . Buna  karşı  bir  gayri  Yahudi  Museviliğe  geçerse  sünnet  olmalı Tevrat’ı  izlemeli  ve  putperestlikten  vazgeçmeliydi . Böylece , cemaatlerine  önemli  sayıda  gayri  Yahudi’nin  gelmesi , İsa  mezhebinin  liderlerini  tereddütte  bıraktı . Hiç  kimse  gayri  Yahudilerin  dışlanmasını  düşünmemiş  gibi  görünüyordu  fakat  bu  insanların  cemaate  dahil  edilmesinin  şartları  konusunda  kayda  değer  sayıda  karşıt  görüş  mevcuttu . Kimileri , gayri  Yahudi  Hıristiyanların  Museviliğe  geçmesi , Tevrat’ı  kabullenmesi  ve  sünnet  gibi  sıkı  bir  imtihandan  geçmesi  gerektiğini  düşünüyordu . Kimileriyse , mevcut  dünya  düzeninin   geçiciliğine  dayanarak , din  değiştirmenin   gereksizliğine  inanıyordu . Bu  tartışma  gittikçe  alevlendi  fakat  sonunda , İsa’yı  Mesih  kabul  eden  gayri  Yahudilerin  Museviliğe  geçmesine  gerek  bulunmadığı  konusunda  fikir  birliğine  vardılar . Sadece  putperestliği  bırakmaları  ve  kendilerine  uygun  hale  getirilmiş  perhiz  kurallarını  takip  etmeleri  gerekiyordu .
            Ama  bazı  gayretli  kişiler , din  değiştiren  bu  gayri  Yahudileri  sorun  görmek  yerine , onları  arayıp  buluyor  ve  gayri  Yahudi  dünya  içinde  hırslı  görevler  üstleniyorlardı . Onikilerden   Peter , Kayseri  isimli  Roma  garnizon  şehrinde  birçok  kişinin  din  değiştirmesini  sağlamıştı . Yunanca  konuşan  Kıbrıslı  Yahudi  Barnabas , Antakya’da  pek  çok  gayri  Yahudi’yi   Hıristiyan  yapmıştı . Roma’da  bile  kilise  kurulmuştu . Kudüs’teki  Hıristiyan  cemaatinden  bazı  kişiler , özellikle  Hz.  İsa’nın  kardeşi  Yakup  bunu  kaygı  verici  buldu . Bu  gayri  Yahudiler  gerçekten  etkileyici  bir  sadakat  gösteriyorlardı . Birçok  Yahudi , çoktanrıcıları  ahlaki  açıdan  bozuk  alışkanlıklara  bağımlı görürdü . Pek  çoğunun  mensubu  oldukları  Yahudi  mezhebinin  yüksek  ahlaki  standartlarına  uyum  sağlaması , Tanrı’nın , aralarında  ve    başında  olduğunu  işaret  ediyordu . Tanrı  bunu  neden  yapıyordu ? Din  değiştiren  gayri  Yahudiler  kendilerini  tatsız  bir  belirsizlik  içinde  bulmuşlardı . Yanlış  tanrılara  kurban  edilmiş  etten  yiyemiyorlardı ; bu  yüzden  komşu  ve  akrabalarla  sosyalleşmek  neredeyse  imkânsızlaşmıştı . Eski  dünyalarını  kaybetmişlerdi , yenisinde  de  tam  anlamıyla  hoş  karşılandıklarını  hissetmiyorlardı .Yine  de, din  değiştiren  gayri  Yahudiler  çoğalmaya devam  ediyordu . Bu  ne  anlama  geliyordu .
            Yahudi – Hıristiyanlar  yanıt  için  kutsal  metinleri  araştırdı . Kumran  toplumu  gibi , zamanın  bitişi  içinde  Hz.  İsa  ve  gayri  Yahudilere  yönelik  Kehanetsel   atıflar  bulmak  üzere  Tevrat  ve  Peygamberleri  tarayarak  kendi  deşifre  tefsirlerini  geliştirdiler . Bazı  peygamberlerin , gayri  Yahudilerin , İsrail’in  Tanrısına  iradeleri  dışında  tapmaya  zorlanacağını  önceden  söylediğini , bazılarınınsa  bu  insanların  İsrail’in  zaferini  paylaşacaklarına  ve  putları  gönüllü  olarak  bir  kenara  atacaklarına  inandığını  gördüler . ‘’ Ve  son  günlerde  vaki  olacak  ki , dağların  başında  Rab  evinin  dağı  pekiştirilecek  ve  tepelerden  yukarı  yükselecek  ve  bütün  milletler  ona  akacaklar . ‘’  İşaya  2- 2.3. ‘’ Orduların  Rabbi  şöyle  diyor : O  günlerde  milletlerin  her  çeşit  dillerinden  on  kişi  bir  Yahudi  kişinin  eteğine  yapışacaklar  ve : Sizinle  gidelim , çünkü  Allah’ın  sizinle  beraber  olduğunu   işittik , diyecekler . Zekerya  8 – 23.  Böylece  kimi  Hıristiyanlar , gayri  Yahudi  varlığının , yaşanan  vaktin  gerçekten  de  son  günler  olduğunu  kanıtladığı  fikrinde  karar  kıldılar . Peygamberlere  önceden  söylenen  süreç  başlamıştı . İsa , gerçekten  Mesih’ti  ve  krallığın  gelişi  eli  kulağındaydı . Bu  yeni  eskatolojinin  ( Son  günler  ve  zamanın  sonu  üzerine  yapılan  incelemeler ) önde  gelen  isimlerinden  biri , Hıristiyan  hareketine  Hz.  İsa’nın  ölümünden  üç  yıl  sonra  katılan  Tarsus’tan  gelme , Yunanca  konuşan  Yahudi  Paul’dü . ( Pavlus ) Hz.  İsa’yı  tanımamıştı  ve  ilk  başta , mezhebe  karşı  düşmanca  bir  tutum  içindeydi . Daha  sonra  İsa  Mesih’in  kendisini  gayri  Yahudilerin  havarisi  olarak  atadığına  ikna  olduğu  bir  vahiy  alarak  din  değiştirmişti . İncil’i , Hz.  İsa’nın  dönüşünden  önce  dünyanın  her  tarafına  yaymaya  kararlı  Paul , diasporada  geniş  kapsamlı  yolculuklar  yaptı , Suriye , Anadolu  ve  Yunanistan’da  cemaatler  kurdu . Din  değiştirmesine  destek  verdiği  insanlara , sorularına  yanıt  veren , öğütlerde  bulunan  ve  inancı  anlatan  mektuplar  yazdı . Paul  ‘’ kutsal  metin ‘’  yazdığını  bir  an  olsun  bile  düşünmemişti ; çünkü  Hz.  İsa’nın  kendi  ömrünün  süresi  içinde  döneceğinden  emindi . Gelecek  nesillerin  mektuplarını  inceleyeceklerini  asla  hayal  etmemişti .
            Paul , din  değiştirttiği  kişilerin  çoktanrılı  dinden  vazgeçtiğini  ve  yalnızca  İsrail’in  tanrısına  ibadet  ettiklerinin  altını  çizdi . Ama  Museviliğe  geçmeleri  gerektiğine  inanmıyordu . Çünkü  Hz.  İsa , hâlihazırda  onları  sünnet  ve  Tevrat  olmaksızın  ‘’ Tanrı’nın  çocukları ‘’  yapmıştı . Krallık  çoktan  gelmiş  gibi  yaşamalıydılar . Fakirlere  yardımcı  olmalı , merhametli , ağırbaşlı , erdemli  ve  alçakgönüllü  bir  şekilde  hareket  etmelilerdi . Bunun  yanında  Paul , asla , Yahudilerin  Tevrat’ı  izlemeyi  bırakması  gerektiğini  söylemedi . Çünkü  bu , anlaşmanın  dışında  kalmalarına  yol  açardı . İsrail , Sina  Dağı’ndaki  vahiy  gibi  değerli  bir  hediye , tapınak  kültü  ve  ‘’ Tanrı’nın  Oğulları ‘’ olmak  gibi  bir   ayrıcalık  kazanmış Tanrı’yla  özel  bir  yakınlıktan  kaynaklanan  keyfi  sürüyordu  ve  Paul , bunların  hepsine  değer  veriyordu . Yahudileri  şiddetle  eleştirdiğinde  aslında  Yahudiliği  yada  Museviliği  değil , Yahudilerin  sünnet  olmalarını  ve  Tevrat’ın  tamamına  riayet  etmelerini  isteyen  Yahudi-Hıristiyanları  suçluyordu . İkinci  Tapınak  Döneminin  sonlarındaki  diğer  mezhep  üyeleri  gibi , Paul  de  gerçeğe  sadece  kendisinin  hakim  olduğuna  inanıyordu . Paul , anlamlarının   Hz.  İsa’dan  sonra  değiştiğine  inandığı  kutsal  metinleri  de  araştırdı . ‘’ Gerçekte , kutsal  metinlerde  çok  uzun  zaman  önce  yazılmış  olan  her  şey, bize  bir şey  öğretmek  amacındaydı .‘’Romalılar 15-4 Yasa  ve  Peygamberlerin  önemi  henüz  ışığa  çıkmıştı ; işte  bu  yüzden  Hz.  İsa’yı  Mesih  kabul  etmeyi  reddeden  Yahudiler , artık  onları  anlamıyordu .
            Paul  din  değiştirmelerini  sağladığı  kişileri  eğitmek  için  Kutsal  Kitap  hikâyelerinden  alıntı  yaptığında , bunları  tamamen  yeni  bir  şekilde  yorumladı . Hz.  Adem  artık  Hz.  İsa’ya  delalet  ediyordu   fakat  Hz.  Adem  dünyaya  günah  getirirken , Hz.  İsa  Tanrı’yla  doğru  bir  ilişki  içinde  konumlandırılıyordu . Hz.  İbrahim , artık  sadece  Yahudi  halkının  babası  değil , tüm , inançlarına  güvenenlerin  atasıydı . Müjdeli  haberi  çok  önce  Hz.  İbrahim’e  ‘’ Sende  tüm  paganlar- Çoktanrılılar  kutsanacak ‘’  denildiğinde  duyurmuştur . Tanrı’nın  Hz.  İbrahim’e  odalığı  Hacer  ve  oğulları  İsmail’i  ( Ishmael )  yabanda  bırakmasını  emretmesi  bir  allegoria’ydı . ( Bir  şeyi  bir  başka  şey  kisvesinde  tasvir  eden  anlatı – benzetme – müteşabih ) Hacer , Yahudileri   Yasa’ya  esir  eden  Sina  anlaşmasını  temsil  ederken  Hz.  İbrahim’in  hür  doğmuş  eşi  Sarah  ise  gayri  Yahudileri  Tevrat’ın  yükümlülüklerinden  bağımsızlaştıran  yeni  anlaşmaya  tekabül  ediyordu . Galatyalılar  4-22. ….31. : ‘’ Ey  şeriat  altında  olmak  isteyenler , bana  söyleyin , şeriatı  işitmiyor  musunuz ? Çünkü, İbrahim’in  biri  cariyeden  ve  biri  de  hür  kadından  iki  oğlu  vardı , diye  yazılmıştır . Fakat  cariyeden  olan  bedene  göre  ve  hür  kadından  olan  vade  göre  doğmuştur . Bu  şeylerde  remiz – akıllılık  vardır ; çünkü  bu  kadınlar  iki  ahittirler ; kulluk  için  doğuran  biri , Sina  dağındandır , o  Hacer’dir . Ve  Hacer  Arabistan’da  olan  Sina  dağıdır  ve  şimdiki  Yeruşalim’e  muadildir , çünkü  çocukları  ile  beraber  kulluk  ediyor . Fakat  yukarıdaki  Yeruşalim  hürdür , bizim  anamız  odur . Çünkü  yazılmıştır : ‘’ Ey  doğurmayan  kısır  sevin ; Ey  doğurma  ağrısı  bilmeyen , sevinç  ile  nida  et . Çünkü  bırakılmış  kadının  oğulları , kocası  olanın  oğullarından  çoktur . ‘’ İşaya  54 – 1.  Ve  biz , ey  kardeşler , İshak  gibi  vaadin  çocuklarıyız . Fakat  o  zaman  bedene  göre  doğmuş  olan , ruha  göre  doğmuş  olana  nasıl  eza  etti  ise , şimdi  de  böyledir . Fakat  kitap  ne  diyor ? ‘’ Cariyeyi  ve  onun  oğlunu  dışarı  at ; çünkü  cariyenin  oğlu  hür  kadının  oğlu  ile  beraber  miras  almayacaktır . Tekvin  21 – 10. ..12. ‘’ Bunun  için , ey  kardeşler , cariyenin  değil , fakat  hür  kadının  çocuklarıyız . ‘’
            İbranilere  hitap  eden  mektup  ise  daha  da  radikaldi . Hz.  İsa’nın  Tevrat’ın  yerine  geçtiğini , Musa’dan  daha  çok  yüceltildiğini  ve  kurban  etme  kültünün , Hz.  İsa’nın  insanlık  için  yaşamını  verişini  içeren  rahipçe  eylemini  önceden  gösterdiğini  şiddetle  savunarak , umutlarını  yitirmiş  bir  grup  Yahudi – Hıristiyan’ı  avutmaya  çalışıyordu .
            Tefsire  dair  bu  hüner  gösterisinde , tüm  İsrail  tarihi  yeniden  tanımlanıyordu . Tevrat , tapınak  ve  ibadet , basitçe  bir  gelenek  gerçekliğine  işaret  ediyordu , çünkü  Tanrı’nın  aklında  her  zaman  daha  iyisi  bulunurdu . İncil’deki  İbranilerin  yazarları  gelecek  nesillere  İbrani  İncilinin  nasıl  yorumlanıp  kendilerinin  kılacaklarını  göstermişlerdi . Diğer  Yeni  Ahit  yazarları  bu  tefsir  biçimini  geliştirecekler  ve  Hıristiyanların , Yahudi  kutsal  metnini  Hıristiyanlığa  bir  girişten  öte  görmelerini   zorlaştıracaktı .
            İsa  hareketi  70  felaketinden  önce  bile  tartışmalı  bir  hale  dönüşmekteydi . Diğer  tüm  Yahudi  grupları  gibi  Hıristiyanlar  da  Herod’un  görkemli  mabedini  küle  dönmüş  bir  avuç  taş  olarak  görmekten  sarsılmıştı . Belki  Herod’un  tapınağını  bir  başkasıyla  değiştirmeyi  hayal  etmişlerdi  fakat  hiçbiri  bir  tapınak   olmaksızın  yaşamayı  öngörmemişti . Ama  Hıristiyanlar , bu  yıkımı  aynı  zamanda  bir  vahiy , perdenin  kalkması , ya  da  hep  orada  olmuş  fakat  daha  önce  net  bir  şekilde  görülememiş  bir  gerçeğin , yani  Museviliğin  bitişinin  ‘açığa  çıkışı’  olarak da  görmüştü. Tapınaktan  arta  kalanlar  inancın  trajik  ölümünü  simgeliyor , sonun  yaklaşmasına  işaret  ediyordu. Şimdi  Tanrı , geçersiz  dünya  düzeninden  geriye  kalanları  yıkacak  ve  krallığını  kuracaktı .
            Birinci  tapınağın  M.Ö. 586  yılında  yerle  bir  edilişi  Babil’deki  sürgünler  arasında  baş  döndürücü  bir  yaratıcılık  patlamasına  esin  vermişti . İkinci  tapınağın  yıkılışı , Hıristiyanlar  arasında  benzer  bir  edebi  çabayı  teşvik  etti . 2. yy.  ortasına  gelindiğinde  Yeni  Ahit’in  27  kitabının  hemen  hepsi  tamamlanmıştı . Cemaatler  Paul’ün  mektuplarından  sanki  kutsal  metinlermiş  gibi  alıntı  yapmaya  çoktan  girişmişlerdi . Dolaşımdaki  Hz.  İsa  biyografilerinden  birinin  okunması , Pazar  ibadetlerinde  geleneksel  nitelik  kazanmıştı . Matta , Markos , Luka  ve  Yuhanna’ya  atfedilen  İnciller  sonunda  kutsal  kitap  için  seçilecekti  ama  daha  pek  çok  başkası  mevcuttu . Thomas  İncili  İsa’nın  kurtarıcı  bir ‘’ bilgi ‘’  bildiren  gizli  söylemlerinin  derlemesiydi . Artık  kayıp  olan  Ebionist’ler ( Fakir  Olanlar – 1.  Ve  4. yy. da  Filistin  ve  Yahuda’ da  yaşadılar . Yahudilik  ve  Hıristiyanlık  öğretilerinin  sentezine  sahiplerdi . Hz.  İsa’nın  ilahlığını  onaylamadılar ; onun ölümlü  bir  insan  ve  bir  elçi  olduğuna  inandılar . ) , Nasranilere  ve  İbranilere  ait  İncil-i  Şerifler  mevcuttu . Ama  diğer  metinler  yaşamlarını  sürdüremedi .
            Ancak  2. yy.  da  belirlenmiş  bir  kurallar  metni  henüz  mevcut  değildi , çünkü  henüz  standart  bir  Hıristiyanlık  biçimi  yoktu . Hıristiyan  kutsal  metinleri  farklı  zamanlarda , farklı  bölgelerde , çok  farklı  okuyucular  için  yazılmıştı  fakat  ortak  bir  dil  ve  simgeler  bütününü  paylaşıyor , köklerini  İkinci  Tapınak  Döneminin  sonuna  ait  metinlerden , Yasa  ve  Peygamberlerden  de  alıyordu . Tanrı’nın  oğlu , İnsanoğlu , Mesih  ve  Krallık  gibi  aslen  birbirleriyle  bağlantısız  fikirleri  yeni  bir  sentez  içinde  bir  araya  getiriyorlardı . Yazarlar , mantıklı  bir  tartışma  yapmaksızın  bu  imgeleri  öyle  çok  yan  yana  koydular  ki  hepsi  okuyucunun  zihninde  birbirinin  içine  geçti . Standart  bir  İsa  görüşü  mevcut   değildi . Paul  ona  ‘’ Tanrını  Oğlu ‘’ demiş , fakat  bu  ismi  geleneksel  Yahudi  mantığında  kullanmıştı . Hz.  İsa , İsrail’in  eski  kralları  gibi , Tanrı’yla   özel  bir  ilişkiye  sahip  bir  insandı  ve  O’nun  tarafından  eşsiz  şekilde  yüksek  bir  mertebeye  çıkarılmıştı.  Filipeliler  2- 6.  …11. Paul , Hz.  İsa’nın  Tanrı’nın  kendisi  olduğunu  asla  iddia  etmedi . Hemen  hemen  aynı  İsa  ideolojisini  ve  görüşü  paylaşmış  olan  Markos , Matta  ve  Luka  da  ‘’ Tanrının  Oğlu ‘’  ismini  bu  şekilde  kullandılar   ama  aynı  zamanda  Hz.  İsa’nın  son  günler  ve  zamanın  sonu  üzerine  bir  boyut  kazandıracak  şekilde  Danyal’ın  bahsettiği  ‘’ İnsanoğlu ‘’ olduğunu  ima  ettiler .   (Daniel  7-13. , Matta  24–30. , 26–65. , Markos  13–26. , 14–62. , Luka  17–22. , 21–25. , 22– 69. ) Farklı  bir  Hıristiyan  geleneğini  temsil  eden  Yuhanna , Hz.  İsa’yı , dünyanın  yaratılışından  önce  var  olmuş  söz  ile  Tanrı’nın  Bilgeliğinin  enkarnasyonu  olarak  gördü . Yuhanna  1- 1. …14. Yeni  Ahit’in  son  düzeltmenleri  bu  metinleri  bir  araya  koyduklarında  bu  uyumsuzluktan  rahatsızlık  duymadılar . Hz.  İsa , Hıristiyanların  zihninde , tek  bir  tarife  indirgenemeyecek  kadar  yoğun  bir  olguya  dönüşmüştü .
            ‘’ Mesih ‘’  unvanı  ölümcül  bir  önem  arz  ediyordu . Hıristiyan  yazarlar  İbrani  kutsal  metinlerini  Yunanca  okudular  ve  ne  zaman  bir  Mesih’ten  bahsedildiğini  görseler , ( bu  bir  kral , peygamber  ya da  rahip  olabilirdi )  bunu  hemen  Hz.  İsa’ya  dair  şifreli  bir  kod  olarak  yorumladılar . Aynı  zamanda , II. İşaya’daki , acıları  dünyayı  kurtaran  esrarengiz  kul  figürüne  de  ilgi  duydular . Kul , o  zamana  dek  mesihvari  bir  figür  olarak  yorumlanmamıştı  fakat  onu  sürekli  İsa  Mesih’le  karşılaştırarak  ilk   defa  acı  çeken  Mesih   fikrini  yarattılar. Böylece  üç  ayrı  figür ;kul, Mesih  ve  Hz.  İsa ,  Hıristiyan  hayal  gücünde  birbirinden  ayrılamaz  hale  geldi . Matta  12 – 14. .21. ‘’ Ve  Ferisiler  dışarı  çıkıp  İsa’yı  nasıl  helak  etsinler  diye , ona  karşı  öğütleştiler . İsa  bunu  bilerek  oradan  çekildi  ve  çokları  onun  ardınca  gittiler . İsa  onların  hepsini  iyi  etti . Ve  kendisini  belli  etmesinler  diye , onlara  tembih  etti . Ta  ki  İşaya  peygamber  vasıtası  ile  söylenen  söz  yerine  gelsin : İşte  benim  seçtiğim  kulum ; Canımın  kendisinden  razı  olduğu  sevdiğim ; Ruhumu  onun  üzerine  koyacağım ; Ve  milletlere  hükmü  ilan  edecektir . O  uğraşmayacaktır  ve  bağırmayacaktır ; Ve  kimse  meydanlarda  onun  sesini  işitmeyecektir . Hükmü  zafere  eriştirinceye  değin , ezilmiş  kamışı  kırmayacak , ve  tüten  fitili  söndürmeyecek . Ve  milletler  onun  ismine  ümit  edeceklerdir .’’
           Tefsirlerde  eski  kutsal  metinlere  çokça  atıfta  bulunulması , yazarların  birbirlerini  kaynak  olarak  kullanmaları  sonucunda  gerçeği  tefsirden  ayırmak  güçleşmiştir . Cellatları , gerçekten  Hz.  İsa’ya  içmesi  için  sirke  vermiş , kıyafetleri  için  kura  çekmişler  miydi ? Yoksa  bu  olay , ilahilerdeki  belirli  ayetlerde  söylenen  şeyler  miydi ? Bazı  alimler , Yahudi  metinlerinden , Hz.  İsa’nın  kendisinden  tek  bir  kelime  alıntılamadan  bütün  bir  İncil’i  yapılandırmanın  mümkün  olduğunu  söyleyecek  kadar  ileri  gitmişlerdi .
            İncilleri  kimin  yazdığı  bilinmiyor . İlk  kez  ortaya  çıktıklarında  anonim  olarak  dolanmışlar  ve  eski  kilisenin  önemli  figürlerine  daha  sonra  atfedilmişlerdi . Yazarlar , Yunanca  yazmış  ve  Roma  imparatorluğunun  Helenistik  şehirlerinde  yaşamış  Yahudi-Hıristiyanlardı  ve  yalnızca  her  biri  kendi  eğilimine  sahip  yaratıcı  yazarlar  değil , eski  malzemeyi  tekrar  tekrar  gözden  geçiren  yetkin  düzeltmenlerdi . Markos  yaklaşık  70  yılında , Matta  ve  Luka  80’lerin , Yuhanna  ise  90’ların  sonunda  yazdı . Dört  İncil’in  tümü  bu  travmatik  dönemin  korku  ve  tedirginliğini  yansıtır . Yahudiler  kargaşa  içindeydi , Roma’yla  savaş  aile  ve  toplulukları  bölmüştü . Bütün farklı  mezhepler  tapınak  geleneğiyle  aralarındaki  ilişkiyi  yeniden  düşünmek  durumundaydı . Bununla  birlikte  yerle  bir  edilmiş  olan  mabedin  açımlaması  Hıristiyanlar  için  o  kadar  zorlayıcıydı  ki , kutsal  görevinin  tapınakla  bağlandığına  inandıkları  Hz.  İsa’nın  Mesihliğini  duyurmak  için  ilham  aldıklarını  hissettiler .
            Hemen  savaştan  sonra  yazan  Markos  bu  temayla  özellikle  ilgiliydi . Halkı  büyük  bir  belanın  içindeydi . Hıristiyanlar  tapınağın  yıkılışından  keyif  almakla  suçlanmıştı . Markos , cemaatinin  sinagoglarda  hırpalandığını , Yahudi  yaşlıların  önünde  sürüklenip  aşağılandığını  gösterir . Birçoğu   inancını  yitirmişti . ( Markos  13-9. ..19. ) Hz.  İsa’nın  öğretileri  engebeli  bir  yola  girmiş  gibiydi . Ana  akım  Musevilik  içinde  acı  dolu  bir  çatlamanın  amansız  duygusu  mevcuttu . Eski  bir  giysiye , yeni  kumaşla  yama  yapamazdınız , Hz.  İsa  bu  şekilde  uyarmıştı . ‘’ Yama  giysiye  uymaz , yeni  eskiye  uymaz  ve  yırtık  daha  beter  olur . Ve  hiç  kimse  yeni  şarabı  eski  tulumlara  doldurmaz . Yoksa  tulumlar  patlar ; hem  şaraplar  dökülür , hem  de  tulumlar  mahvolur . ‘’ Markos  2- 21. Müritlik  acı  çekmek  ve  kötücül  güçlerle  sonu  gelmeyen  bir  şekilde  boğuşmak  demekti . Hıristiyanlar  uyanık  kalmalı , sürekli  tetikte  olmalılardı . Markos  13-33. Markos’un  öyküsü , Hıristiyanların  o  zaman  diliminde  yaşadığı  korkulu  kuşku  hissini  örnekleyerek  son  buluyordu . Hz.  İsa’nın  ölümü  bir  skandal  değildi . Kendi  takipçilerinden  biri  tarafından  ihanete  uğrayacağı  önceden  öngörülmüştü . Kadınlar , bedeni  mesh  etmeye  gittiklerinde  mezarın  boş  olduğunu  gördüler . Bir  melek  onlara  Hz.  İsa’nın  dirildiğini  söylese  de  ‘’ kadınlar  mezardan  çıkıp  kaçtılar , çünkü  fazlasıyla  ürkmüşlerdi . Hiç  kimseye  bir şey  söylemediler , çünkü  korkmuşlardı . ‘’ Markos  16- 8. Gene  de  Markos’un  kısa , gaddar  öyküsü  ‘’ Müjdeli  Haber’ di ‘’  , çünkü  krallık  çoktan  gelmişti . Markos  1 – 15.
            Matta  80’lerin  sonuna  doğru  yazdığı  sıralarda , bu  umutlar  kaybolmaya  yüz  tutmuştu . Hiç  bir  şey  değişmemişti ; krallık  nasıl  gelmiş  olabilirdi ? Matta , krallığın  gizliden  gizliye  geldiğini  ve  fırın  dolusu  hamurda  bulunan  maya  gibi , sessizce  işlev  gördüğü  yanıtını  verdi . Matta  13- 31…50 Matta  Hıristiyanlığın  sadece  Yahudi  geleneğiyle  uyumlu  değil , aynı  zamanda  onun  zirvesi  olduğunu  göstermek  konusunda  istekliydi . Hz.  İsa’nın  yaşamındaki  her  olay  ‘’ kutsal  metni   tamama  erdirmek  için ‘’  meydana  gelmişti . İsmail , Samson , İshak  gibi  onun  doğumu  da  bir  melek  tarafından  duyurulmuştu . Çölde  baştan  çıkarılmaya  çalışıldığı  kırk  gün , İsraillilerin  yabandaki  40  yılına  koşuttu . İşaya  onun  mucizelerini  önceden  söylemişti . Matta  8- 17. , İşaya  53- 4. En  önemlisi  Hz.  İsa  büyük  bir  Tevrat  öğretmeniydi . Mesih  çağının  yeni  yasasını , Hz.  Musa  gibi , bir  dağın  tepesinde  bildirmiş , (Matta  5-1. ) ,Yasa  ve  Peygamberleri  yok  etmeye  değil , tamamlamaya  geldiğinin  altını  çizmişti . Matta  5- 19.  Yahudiler  artık  Tevrat’ı  eskisinden  daha  kararlı  bir  şekilde  izlemeliydi . Onlar  için  cinayet  işlemekten  sakınmak  artık  yeterli  değildi , öfke  bile  duymamalılardı . Zina  yasaklanmakla  kalmıyordu ; bir  adam  bir  kadına  şehvetle  bile  bakmamalıydı . Eski  kısasa  kısas  kuralı  yerini  başka  bir  talebe  bırakmıştı ; Yahudiler  artık  diğer  yanaklarını  çevirmeli  ve  düşmanlarını  sevmeliydi . İki  kişi  bir  arada  oturursa  ve  Tevrat  kelimeleri  onların  arasındaysa , Tanrı  da  onların  ortasında  yer  alırdı . Hıristiyanlar  Tanrı’yla  artık  tapınak  ve  Tevrat’ın  yerine  geçmiş  olan  Hz. İsa  üzerinden  karşılaşacaktı .
            Luka , İncil’in  yanında , Elçilerinin  İşleri’nin  bazı  kısımlarını  da  yazmıştı . Hz.  İsa  ve  takipçilerinin  dindar  Yahudiler  olduğunu  gösterme  konusunda  o  da  istekliydi . Aynı  zamanda  da  İncil’in  herkese  yönelik , herkes  için , Yahudiler  ve  gayri  Yahudiler , erkekler  kadar  kadınlar , fakirler , vergi  toplayanlar , iyi  Samiriyeli  ve  müsrif  oğul  için  olduğunu  vurguladı .
            Anadolu’daki  bazı  kiliseler  İncil’i , Yuhanna’ya  atfedilen  üç  mektup  ve  eskatolojik  Vahiy  kitabının  temsil  ettiği , farklı  bir  Hz.  İsa  anlayışı  geliştiriyordu . Tüm  bu  Yuhannacı  metinler  Hz.  İsa’yı , Tanrı’nın  nihai  vahyi  olarak  dünyaya  inmiş  ‘’ enkarne  logos ‘’  olarak  gördü . ( Ruhani  bir  gerçekliğin  dünyevi  bir  biçimde  ‘’ beden  bulması .‘’ Hıristiyanlıkta , özel  olarak  Hz.  İsa’nın  insan  bedeninde  ‘’ ete  kemiğe  bürünen , akıl ‘’  olarak  inişi ) Hz.  İsa  Tanrı’nın  Kuzusu , Fısıh’ ta  tapınağın  içinde  kurban  edilen  kuzular  gibi , dünyanın  günahlarını  alıp  götüren  kurbandı . Topluluğu  oluşturanlar , en  önemli  görevlerinin  birbirlerini  sevmek  olduğuna  inanmakla  birlikte , yabancıya  el  uzatmadılar. Bu  cemaat  kendini , dünyaya  karşı  kuşatılmış  ve  birbirine  bağlanmış  hissediyordu. Varoluşun  tümü , çatışan  karşıtlara  kutuplaşmış  görünüyordu : Karanlığa  karşı  ışık , ruha  karşı  dünya , ölüme  karşı  yaşam  ve  kötüye  karşı  iyi . Bu  Hıristiyan  mezhebinin  üyeleri  sadece  kendilerinin  doğru  ve  tüm  dünyanın   kendilerine  karşı  olduğuna  inanmıştı . Özellikle  Yuhanna’nın  İncili , yabancılara  algılanamaz  gelen  özel  bir  sembolizme  sahip  bir  ‘’ iç  grup ‘’ a  hitap  ediyordu . Hz.  İsa , Yahudilere  sürekli  kendisini  arayacaklarını  fakat  bulmakta  başarısız  olacaklarını  söylemek  durumundaydı : ‘’ Bulunduğum  yere  gelemezsiniz . ‘’  Dinleyenleri  sürekli  şaşkınlığa  kapılıyordu  ama  Hz.  İsa , Tanrı’nın  dünyaya  nihai  açılımı  olduğundan , bu  kabullenme  eksikliği    bir  yargıydı . Onu  reddedenler  şeytanın  çocuklarıydı  ve  karanlıkta  kalacaklardı .
            Yuhanna’ya  göre  Musevilik  kesinlikle  sona  ermişti . Logos  ( Akıl ) Hz.  İsa , yerle  bir  edilmiş  tapınağın  işlevini  üstlenecek  ve  Yahudilerin  ilahi  varlıkla  karşılaştığı  yer  olacaktı . ‘’ İsa  cevap  verip  onlara  dedi : Bu  mabedi  yıkın , üç  günde  ben  onu  ayağa  kaldırırım . İmdi  Yahudiler  dediler: Bu  mabet  kırk altı  yılda  yapıldı ; sen  onu  üç  günde  mi  ayağa  kaldıracaksın ? Halbuki  İsa  beden  mabedi  için  söylüyordu . ‘’  Yuhanna  2- 19…21. Suyun  törensel  olarak   mihrabın  üstüne  döküldüğü  ve  tapınağın  kocaman  meşalelerinin  yakıldığı  Çardak  festivali  kutlandığında, Hz.  İsa      ( Bilgelik  gibi ) yaşayan  su  ve  dünyanın  ışığının  kendisi  olduğunu  haykırmıştı .   Yuhanna  7- 37..39.  Fısıh  bayramında  ‘’ yaşam  ekmeğinin ‘’  kendisi  olduğunu  öne  sürmüştü . Sadece  Musa  ve  İbrahim’den   büyük  değil , aynı  zamanda  ilahi  varlığın  beden  bulmuş  haliydi .
            Yeni  Ahit’in  büyük  kısmı , tapınağın  yıkımının  hemen  sonrasını  kapsayan , Yahudilerin  keskin  bir  şekilde  bölündüğü  zaman  diliminin  kaygı , endişe  ve  sarsıntısını  yansıtmıştır . İncil  yazarları , gayri  Yahudi  dünyaya  ulaşma  kaygısıyla , Romalıları  Hz.  İsa’nın  ölümle  cezalandırılışı  konusundaki  sorumluluklarından   kurtararak , gitgide  artan  bir  vurguyla , Yahudilerin  suçu  üzerlerine  almaları  gerektiğini  öne  sürdü . Matta , Yahudi  halkını , Hz.  İsa’nın  ölümü  için  yüksek  sesle  bağırırken  betimledi : ‘’ Onun  kanı  bizim  ve  çocuklarımızın  üzerinde  olsun . ‘’ Matta  27-25. Anti-semitizmi  Avrupa’da  yy. ’lardır  şifası  bulunmaz  bir  hastalık  haline  getiren  Yahudi  katliamlarına  ilham  veren  kelimeler  bunlardır .
            Özellikle  Matta , Ferisilere  karşı  öfkeliydi : Onlar  yasaya  ruhunu  tamamen  reddedecek  kadar  takıntılı , kendilerini  önemseyen  riyakarlar , Hıristiyan  kiliselerini  yıkmaya  niyetli  ‘’ kör  rehberler ‘’, ‘’kuluçkaya  yatmış  yılanlar ‘’ dı . Matta  23- 1..33. Yuhanna  da  Ferisileri  kötü  niyetli , baskıcı  ve  doğaları  gereği  kötüye  bağımlı  betimledi . Hz.  İsa’ya  karşı  bilgi  toplayan  ve  onun  ölümünü  planlayanlar  Ferisilerdi . Yuhanna  11- 47…53. Ferisilere  karşı  bu  nefretin  sebebi  neydi ? Tapınağın  yıkımından  sonra  Hıristiyanlar , gerçek  Yahudi  sesi  olma  konusunda  düzenli  bir  çaba  gösteren  ilk  gruptu  ve  önemli  bir  rakipleri  yoktu . Ama  Hıristiyanlar  80’li , 90’lı  yıllarda  rahatsız  edecek  derecede  Ferisilerin  hayret  verici  bir  uyanış  başlattığının  farkına  varmışlardı .
            Kudüs  kuşatmasının  son  günlerinde , Roma’ya  karşı  ayaklanmanın  sadece  boşuna  değil , aynı  zamanda  yıkıcı  ve  dini  korumanın , politik  bağımsızlıktan  daha  önemli  olduğunu  savunan  haham  Yohanan , Romalılardan  Kudüs’ün  güney  batısındaki  kıyı  şehri  Yavneh’i  Yahudi  alimleri  için  güvenli  bir  bölge  olarak  ayırmalarını  istemişti . Kudüs  ve  tapınağın  yıkılışından  sonra  Ferisiler , yazmanlar  ve  rahipler , altmış  yıldan  fazla  bir  süre  Yavneh’te  toplandılar . Ferisiler  70  trajedisinden  çok  önce  halkı , her  kalp  bir  mabet , her  ev  reisi  bir  rahip  olabilsin  diye  sanki  tapınakta  ibadet  ediyormuş  gibi  yaşamaya  teşvik  etmişti .  Bir  gün  tapınak  olmadan  da  idare  etmeleri  gerekeceğini  asla  hayal  etmemelerine  rağmen  70  sonrasında  gündelik  yaşamlarını  maneviyatlarının  odak  noktası  haline  gelmiş  sanal  bir  tapınağın  etrafında  kurmuşlardı .
            Yavneh’teki  hahamların  ilk  görevi , tapınak  yeniden  inşa  edildiğinde  ibadet  sürdürülebilsin  diye  geleneksel  dinin  ulaşılabilir  tüm  anı , uygulama  ve  ayinsel  törenlerini  toparlayıp  korumaktı . Yazman  ve  rahiplerle  beraber , kayıp  mabedin  her  detayını  zihinlerde  tutmak  için  kahramanca  bir  çaba  gösterecek  ve  aynı  zamanda  Tevrat’ı , kayda  değer  biçimde  değişmiş  dünyalarının  ihtiyaçlarını  karşılamak  üzere  gözden  geçireceklerdi . Gerçekte  Ferisi  girişimi  erken  dönem  Hıristiyan  kiliseleriyle  pek  çok  ortak  noktaya  sahipti . Ferisiler  de  kutsal  metinleri  araştıracak , başka  bir  türlü  tefsir  bulacak  ve  yeni  kutsal  yazılar  bir  araya  getireceklerdi .
            İki  yada  üç  Ferisi  birlikte  Tevrat  çalışması  yaparken , Hıristiyanlar  gibi  dünya  üzerindeki  ilahi  varlığın  ortalarında  olduğunu  gördüler . Ferisiler , Yavneh’te  Tevrat  çalışmasının  ilahi  varlıkla  karşılaşmak  için  temel  araç  sıfatıyla  tapınağın  yerini  aldığı  bir  ruhaniliğin  öncüsü  oldular . Kutsal  metnin  tek  bir  yetkin  okuması  bulunduğuna  inanmıyorlardı . Hahamlar  tefsirlerine  araştırmak , aramak  fiilinden  gelen  ‘’ Midraş ‘’  ismini  verdiler . Bir  metnin  anlamı  apaçık  olamazdı . Tefsirci  onu  aramaya  çıkmalıydı , çünkü  bir  Yahudi  ne  zaman  kutsal  metinde  Tanrı’nın  Sözüyle  yüzleşse başka  bir  şeyi  simgelediğini  görürdü . Kutsal  metin  bitmek , tükenmek  bilmezdi . Hahamlar , Kral  Süleyman’ın  Tevrat’ın  her  bir  ayetini  tefsir  etmek  için  üç  bin  adet  mesel  kullandığının  ve  her  meselin  bin beş  adet  yorumunu  verebildiğinin  altını  çizmekten  hoşlanırlardı . ( Bu , kutsal  metnin  her  birimi  için  üçmilyononbeşbin  olası  ifade  anlamına  geliyordu . ) Kutsal  metnin  yazılı  sözcükleri  süreklilik  gösteren  tefsirle  yeniden  yaşam  bulmalıydı . Ancak  o  zaman  Tanrı’nın  Tevrat’ında  gizli  ilahi  varlığı  ortaya  çıkarabilirlerdi . Hahamlar  kutsal  metne  migra ( Yahudileri  harekete  çağıran  bir  ‘’ çağrı ‘’ ) ismini  verdiler .
            1.yy.’ın  ilk  yıllarında , büyük  Ferisi  bilgini  Hillel , Babil’den , Ferisilik  anlayışı  daha  sert  olan  rakibi  Şamay’ın  yanında  ders  verdiği  Kudüs’e  gelmişti . Bir  gün  bir  Pagan’ın   Hillel’e  yaklaşarak  ona , eğer  tek  ayak  üstünde  dururken  Tevrat’ın  tümünü  özetleyebilirse  Museviliğe  geçeceğine  söz  verdiği  söylenirdi . Hillel  tek  ayak  üstünde  durarak  yanıt  vermişti : ‘’ Sana  yapılmasını  istemediğin  şeyi  başkasına  yapma . Bu  Tevrat’ın  tüm  anlamıdır  ve  geri  kalan  her  şey  yorumdan  ibarettir . Git , çalış. ‘’  Bu  hayret  verici  ve  kasten  tartışmaya  açık  bırakılmış  bir  midraştı . Tevrat’ın  özü , başka  bir  insana  acı  vermeyi  disiplinli  reddedişti . Hillel’in  tefsirinin  sonunda  bir  migra , bir  eylem  çağrısı  dillendirilmişti :  ‘’ Git , çalış ! ‘’
            Yohanan , Hillel’in  öğrencilerinden  eğitim  almıştı  ve  70  felaketinden  hemen  sonra  bu  görüşü  tapınak  sonrası  dünyanın  sert  gerçekliğine  uyguladı . Bir  gün , R.  Joshua  ile  birlikte  tapınağın  kül  olmuş  yıkıntılarının  önünden  geçerken  R.  Joshua  ıstırapla  haykırmıştı : Yahudiler  kurban  ayinlerini  burada  gerçekleştiremeyeceklerse , günahlarını  nasıl  telafi  edeceklerdi ? Yohanan , onu  Tanrı’nın  Hosea’ya  söylediği  sözlerle  teselli  etti : Yas  tutma , tapınakla  eşit  kefarete  sahibiz , şefkatli  işler  yapmak  gibi ; söylendiği  üzere : ‘’ Arzuladığım  şey  sevgidir , kurban  değil ‘’ Hosea 6- 6.  Ama  aslında  ‘’ hesed’’  daha  doğru  biçimde  ‘’ sevgi ‘’  yerine  ‘’ sadakat ‘’  olarak  tercüme  edilmeliydi . Tanrı , insanların  birbirlerine  göstermesi  gerektiği  şefkatle  değil , İsrail’in , kendisine  borçlu  olduğu  inançla  bağlılıkla  ilgileniyordu .
            Hahamlar , kutsal  metin  Tanrı’nın  sözü  olduğundan , onun  sonsuz  olduğuna  inandılar . Bir  metinde  keşfettikleri  herhangi  bir  anlam , taze  bir  anlayış  sunuyor  ve  topluma   yarar  getiriyorsa  Tanrı’nın  niyeti  dahilindeydi . Hahamlar , Tevrat’ı  açıklarken  düzenli  olarak  kelimeleri  düzeltir , öğrencilere  ‘’ bunu  değil , şunu  okuyun ‘’ derlerdi . Metni  bu  şekilde  değiştirerek  kutsal  metne  zaman  zaman  aslında  olmayan  bir  şefkat  unsuru  verdiler . Bu  R.  Akiba’nın  en  yetenekli  öğrencilerinden  R.  Meir , Tesniye’deki  bir  kural  üzerinde  tartışırken  meydana  geldi : ‘’ Bir  adam , ölümle  cezalandırılacak  bir  suç  işlediyse  ve  onu  ağaca  astıysan , bedeni  gece  boyunca  orada  kalmamalıdır ; aynı  gün  içinde  gömmelisin . Çünkü  asılmış  kişi , Tanrı  tarafından  lanetlenmiştir . Ve  sen , Tanrı’n  Yehova’nın  sana  miras  verdiği  toprağı  kirletmemelisin . ‘’ Tesniye  21- 23.  R. Meir sözcük  oyununa  dayalı  bir  okuma  önerdi : ‘’ gilelat  Elohim  olarak  değil , gallat  Elohim – Tanrı’nın  acısı  olarak  okuyun  dedi . ( Tanrı’nın  laneti  yerine  Tanrı’nın  acısı ) Tevrat’ın  en  beklenmedik  kısımlarında  sevgi  ve  Altın  Kural’ı  bulmak  mümkündür . R.  Judah’ın , Tanrı’nın  Zekeriya’ya  söylediği  kelimelerini  açıklayış  biçimi  de  şöyleydi : ‘’ Kim  seni  yaralarsa ( yani  İsrail’i ) kendi (eyno) gözünü  yaralar . ‘’ Eyno kendi  olarak  değil , ‘’eyni’’ – benim  olarak  okuyun ‘’ şeklindeydi . Metin  şimdi  şefkatli  bir  Tanrı’nın  insanlarının  acısını  paylaştığını  söylüyordu : ‘’ Kim  İsrail’i  yaralarsa , Benim  gözümü  Yaralar . ‘’ Zekeriya  2- 12.
            Kutsal  metinin  kesin  bir  yorumu  olamazdı . Bu  görüş , R. Eliezer’in , meslektaşlarıyla  birlikte Tevrat’taki  yasal  bir  hüküm  üzerine  yaptığı  zorlu  bir  tartışma  sırasında , Yavneh’teki  ilk  günlerde  ileri  sürülmüştü . Meslektaşları  görüşünü  reddedince  R.  Eliezer , Tanrı’ya  kendisini  mucizelerle  desteklemesi  için  yalvardı . Anlatması  muhteşem  bir  keçiboynuzu  ağacı , bulunduğu  yerden  iki yüz  metre  öteye  hareket  etti , bir  kanaldaki  su  yokuş  yukarı  aktı  ve  çalışma  evinin  duvarları  öyle  şiddetli  bir  biçimde  sallandı  ki , bina  neredeyse  yıkılıyormuş  gibi  oldu . Diğer  hahamlar  yine  de  bu  güç  gösterisinden  etkilenmediler . R.  Eliezer , ümitsizlikle , hakemlik  etmek  üzere  ‘’Cennetten  bir ses‘’ için  yalvardı. İlahi ses nezaketle şöyle  söyledi: ‘’ R.  Eliezer’e  karşı  neden  böylesiniz , hüküm  onun  söylediği  gibidir . ‘’ Haham  Joshua , yine  de  Tesniye’den  bir  ayet  alıntıladı : ‘’ Cennette  değildir.’’ Tesniye  30- 12. (O  göklerde  değildir  ki , diyesin : Kim  bizim  için  göklere  çıkacak  ve bizim  için  onu  alıp  getirecek  ve  bize  işittirecek  ki , onu  yapalım ? ) Tevrat , artık  semavi  dünyayla  sınırlı  değildi . Bir  kez  Sina  dağında  duyurulduğunda , artık  Tanrı’ya  aitlikten  çıkmış , her  bir  Yahudi’nin  devrolunmaz  mülkiyeti  halini  almıştı . O  halde , diye  yorumladı  sonraki  bir  haham : ‘’ Cennetsel  bir  sese  kulak  veremeyiz . ‘’ Üstüne  üstlük  Sina’da  şöyle  açıklanmıştı : ‘’ Çoğunluk  karar  verir.’’ Dolayısıyla , R.  Eliezer , tek  başına  bir  azınlık  olarak , çoğunluğun  oyuna  baskın  çıkamazdı .
            ( Yahudilerin  niçin  defalarca  Tanrı’nın  lanetine  uğradıklarını  anlıyoruz  değil  mi ! ??)
             Bu  evrede  hahamlar , iç görülerini  henüz  yazıya  dökmemişlerdi . Ezbere  derledikleri  anlatıları  öğrenmiş  ve  bunları  sözlü  nakletmişlerdi. Bu  kıymetli  ilmi  yazmak  onlara  riskli  gelmişti. Kitap , tapınak  gibi  yakılabilir  yada  Hıristiyanların  eline  düşebilirdi . İlim , bilgelerin  zihinlerinde  ve  kalplerinde  daha  güvendeydi . Bu  sözlü  metinleri  ezberleyerek  öğrenmeyi  başarmış  Yavneh  mezunları , ‘’ tekrarcılar ‘’ adıyla  bilinirdi . Ama  135  yılına  gelindiğinde  hahamlar , daha  kalıcı  bir  yazılı  kayıta  ihtiyaç  duydu . İmparator  Hadrian , Yahudileri  modern  Greko – Romen  dünyaya  sürüklemeye  yönelik  bir  girişim  kapsamında , Kudüs’ün  kalıntılarını  temizletip  kutsal  bölgede  modern  bir  şehir  kurmaya  niyetlendiğini  duyurdu . Sünnet , hahamların  eğitimi  ve  Tevrat’ın  öğretilmesi , kanun  ile  yasaklandı . Yahudi  asker  Simeon  bar  koseba , Roma’ya  karşı  bir  isyan  başlattı  ve  Onuncu  Lejyonu  Kudüs’ten  çıkarmayı  başardığında  R.  Akiba  onu  Mesih  olarak  selamladı . Bar  Koseba  isyanı  135  yılında  kanlı  bir  biçimde  bastırıldı . Binlerce  Yahudi  öldü , tapınağın  yıkıntıları  olduğu  gibi  kaldı  fakat  yeni  şehir  inşa  edildi . Yahudilerin  Yahuda’ da  yaşaması  yasaklandı  ve  Filistin’in  kuzeyine  yerleştirildiler . Yavneh’teki  akademi  kapatıldı  ve  haham  kadrosu  dağıtıldı . Bu  durum  İmparator  Antoninus  Pius  ( 158-161 ) döneminde  yumuşadı  ve  hahamlar , Usha’da  yeniden  bir  araya  geldiler .
           Bar  Koseba  isyanının  feci  sonucu  hahamları  dehşete  düşürmüştü . Hahamlar  politikadan  elini  ayağını  çektiler , artık  Mesihliğe  karşı  ihtiyatlıydılar . Mistik  pratikliklerden  uzak , disiplinli  bir  hayat  seçerek  İkinci  Tapınak  Döneminin  yazılarından  son  bir  seçim  yaparak  İbrani  İncilinin  kanonunu  ( Resmen  kabul  edilmiş  kitaplar  listesini  Oluşturdular . Daha  ciddi  tarihsel  çalışmaları  seçtiler ; Tarihler , Esther , Ezra  ve  Nehemya’yı  seçerek , apokaliptik  fantezileri  reddettiler . Bilgelik  türünden  de  Meseller , Derlemeci , Neşideler  Neşidesi,  ve  Eyüp’ü  seçip , Ben  Sirah’ı  dahil  etmediler . Bundan  böyle  Torah , Neviim ( Peygamberler ) ve  Kethuvim’den  oluşan  İncil , Ta Na Kh  adıyla  bilinecekti .
            135  ile  160  yılları  arasında  hahamlar , Mişna  ismini  verdikleri , tamamen  yeni  bir  kutsal  metin  yaratmaya  başladılar . Hahamlar , sonunda  kendilerine  tapınağın  asla  yeniden  inşa  edilemeyeceğini  itiraf  ettiler . Böylece  metne , çoğu  kült  ve  festivallerle  ilgili  olan  bir  yığın  yeni  malzemeler  eklediler . Mişna , tekrarlayarak  öğrenmek  anlamına  geliyordu . Mişna , yaklaşık  200  yılında  tamamlandı  ve  hahamların  Yeni  Ahit’i  haline  geldi . Yeni  Ahit , Hıristiyan  kutsal  metinleri  gibi  Ta Na Kh’ı  tapınak  sonrası  Museviliği  yasallaştırmak  açısından  kullanılabilir  görüyordu . Ama  benzerlik  sona  eriyordu . Tarih , hikaye  yada  teoloji  yoktu . Mişna , basitçe , yasal  kuralların  zorlu  bir  toplamasıydı   ve  altı  buyruk  halinde  düzenlenmişti . Zeraim  ( Tohumlar : Dualar , kutsamalar  ve  zirai  hükümlerle  ilgili ) , Moed  ( Festival : Sebt  ve  bayram  günleriyle  ilgili  hükümler ) ,Neshim   ( Kadınlar : Kadınlar  ve  boşanmayla  ilgili  hükümler ) , Nizigin  ( Zararlar : Ceza  ve  medeni  kanunla  ilgili  hükümler ) , Qodeshim  ( Kutsal  şeyler : Kurban  törenleri , tapınak ve  perhiz  kuralları  ile  ilgili  hükümler )  ve  Tohoroth  ( Temizlikler : Ölülerinki  dahil  kirlilik  ve  temizlik , rahiplerin  ayinsel   temizliği  ve  aile  temizliği  ile  ilgili  hükümler ) Bunlar  daha  sonra  altmış üç  risaleye  bölünüyordu .
            Mişna , İbrani  kutsal  metinlerini  alıntılamak  için  tek  bir   olanağı  kaçırmamış  Yeni  Ahit’in  aksine , Tanakh’tan  gururlu  bir  biçimde  uzak  kaldı . İncil’den  çok  nadir  alıntı  yaptı  ve  öğretisine  çok  nadir  başvurdu . Mişna , yetkesinin  Hz.  Musa’dan  geldiğini  öne  sürmedi , kökenlerini  yada  gerçekliğini  hiç  tartışmadı ; gururlu  bir  biçimde , yetkisinin  sorgulamanın  ötesinde  olduğunu  varsaydı . Tevrat’ın  soluk  alıp  veren , canlı , somut  örnekleri  sıfatıyla  hahamlar , Tanrı’nın  iradesini  yorumlamada  üst  seviyede  yetkindi  ve  İncil’den  destek  almaya  ihtiyaçları  yoktu . (!!!) Mişna , Yahudilerin  neye   inandıklarıyla  değil , nasıl  davrandıklarıyla  ilgiliydi . Tapınak  gitmişti  ama  Tanrı  halen  İsrail’in  ortasındaydı . Hahamların  görevi , tapınak  hala  ayaktaymışçasına , Yahudilerin  kutsallık  içinde  yaşamalarına  yardım  etmekti .
            Altı  buyruk , bir  tapınak  gibi  yapılandırılmıştı . İlk  ve  son  buyruklar , yani  Zeraim  ve  Tohorot , sırasıyla  toprağın  kutsallığı  ve  insanların  kutsallığı  üzerineydi . Nashim  ve  Nizigin , Yahudilerin  özel , aile  içi  yaşamları  ve    ilişkilerini  düzenlerdi . İkinci  ve  beşinci  buyruklar  Moed  ve  Qodeshim’in  konusu  tapınaktı ; tüm  binanın  dayandığı , paralel , yük  taşıyan  iki  sütun  gibiydi . Kaybedilmiş  tapınaktaki  tanıdık  ayrıntıları  sevgiyle  hatırlıyorlardı . Her  odanın  ne  için  kullanıldığı , yüksek  rahibin  şarabını  nerede  tuttuğunu , gece  bekçileri  nasıl  hareket  ederlerdi , bir  rahip  görevi  başında  uykuya  dalarsa  ne  olurdu ? Bu  şekilde  tapınak  Yahudilerin  zihinlerinde  yaşamaya  devam  edecek  ve  Yahudi  yaşamının  merkezi  kalacaktı . Mişnanın  öne  çıkardığı  eski  tapınağın  kurallarını  incelemek , ayin  yapmakla  eşitti . Binlerce  yeni  kural , tapınağın  sanal  varlığının  imalarını  ortaya  serdi .
            Mişna  tamamlandıktan  yaklaşık  elli  yıl  sonra , yeni  bir  metin , bu  sözlü  geleneğe , Sina  Dağı’na  uzanan  ruhani  bir  soy  sağladı . Pirke  Avoth  ( Ataların  Özdeyişleri ) yazarı , hahamların  önce  geçmişe  uzanan  çizgilerini  takip  etti  , sonra , öğretinin , İkinci  Tapınak  Dönemine  ait  seçkin  bilgelerinin  oluşturduğu  nesiller  boyunca  nasıl  geçtiğini  gösterdi  ve  Tevrat’ı  peygamberlerden  almış  ‘’ Büyük  Birliğin ‘’  üyeleriyle  tamamladı . Peygamberler , vaat  edilmiş  toprakları  elde  etmiş  ‘’ yaşlılar ‘’  tarafından  eğitilmişti ; Yaşlılar  Yeşu’dan , Yeşu  Musa’dan , Musa  ise  Tevrat’ı  Tanrı’nın  kendisinden  almıştı . Yahudiler , Tevrat’ı   Mişna’ya  göre  incelediklerinde , kendilerini , sanki  geçmişin  tüm  büyük  bilgeleri  ve  Tanrı’nın  kendisiyle  süregiden  bir  konuşmaya  katılıyor  gibi  hissediyorlardı . Bir  değil , iki  adet  Tevrat  mevcuttu ; yazılı  ve  sözlü . İkisi  de  Sina  dağında  Musa’ya  verilmişti . Tevrat  bir  metinle  sınırlandırılamazdı . Her  nesilden  bilgelerin  sesleriyle  yeniden  canlandırılmalıydı . Hahamlar , Tevrat  üzerinde  çalışırken  kendilerini  sina  üstünde , Musa’nın  arkasında  duruyormuş  gibi  hissettiler . Vahiy  açığa  çıkmayı  sürdürüyordu ; geçmiş , şimdi  ve  gelecekteki  tüm  Yahudilerin  algılarının  Tanrı’dan  gelmiş  olduğu , yazılı  Tevrat’ın  Musa’ya  verildiği  kadar  kesindi .
            Roma  İmparatorluğundaki  Yahudilerin  durumu , İmparator  Konstantin’in  312’de  Hıristiyanlığa  geçmesiyle  kötüleşti . Hahamlar , müritlerini  korumak  için  Yaşayan  Tevrat’ı  miras  alarak , sadık  yorumla  kuşatan  daha  fazla  kutsal  metinler  ürettiler . Mişna’ya  bir  ek  olan  Tosefta 250  ile  350  yılları  arasında  Filistin’de  derlendi . Bu , Mişna  hakkında , açıklama  üstüne  açıklama  yapan  bir  yorumdu . Aynı  zamanlarda  yazılan  Sifra , Yahudileri  Tanakh’tan  ayırıyor  gibi  görünen  akımı  tersine  çevirmeye  çalıştı   ve  sözlü  Tevrat’ı  yazılı  Tevrat’a  göre  ikincil  konuma  getirmeye  girişti . Ama  bu  iki  Talmud , Yahudilerin  kendilerini  bu yolu  seçmeye  eğilimli  hissetmediğini  netleştirdi . Hahamlar , kimi  zaman  karşı  karşıya  gelerek , Mişna’nın  kanununu  ters  yüz  edip  iddia  ve  delillerindeki  ciddi  boşlukların  altını  çizdiler . Aynı  şeyi  İncil’de  de  yaptılar ; metinlerdeki  eksikliğe  dikkat  çekip  esin  almış  yazarların  ne  söylemiş  olması  gerektiği  üzerine  öneriler  getirdiler . Hatta , İncil’e  ait  bir  yasayı , kendilerine  daha  uygun  gelen  kurallarla  değiştirdiler . Hahamlar  artık  yeni  peygamberlerdi : ‘’ Tapınağın  yok  edildiği  gün , kehanet  peygamberlerden  alınmış  ve  bilgelere  verilmişti . ‘’ Tevrat  bu  usulde , iki  dünyevi  biçimde  beden  bulmuş  bir  gerçeklikti :  Yazılı  bir  kutsal  metin  ve  sözlü  bir  gelenek . İkisi  de  Tanrı’dan  gelmişti ; ikisi  de  gerekliydi . Buna  karşın  hahamlar  sözlü  Tevrat’a  ayrıcalık  tanıdılar , çünkü  yazılı  bir  metin , katılığı  ve  geriye  dönük  bir  bakışı  teşvik  ederken , konuşulan  söz  ve  sonsuza  dek  değişim  halini  koruyacak  düşünce  akımları , sözü  değişen  şartlara  karşı  daha  duyarlı  kılacaktı .
            Konstantin’in  312’de  din  değiştirmesinden  önce  Hıristiyanlık  Roma  tarafından  nadir  ancak  içerik  bakımından  yoğun  zulme  maruz  kaldıkça , yaşamını  sürdürebilir  gibi  görünmüyordu . Romalılar  kiliseyi , ana  inançtan  saparak , dinsizlik  gibi  bir  günahı  işleyenler  gibi  görüyordu . Hıristiyanlar,  Roma’nın  egemen  tanrılarını  onurlandırmayı  reddettikleri  ve  böylece  imparatorluğu tehlikeye  attıkları  için , tanrıtanımazlıkla  suçlandılar . 303’de  Hıristiyanlara  karşı  bir  imha  savaşına  girişildi . Bu  korku  ve  endişe  zamanı , ardında  izini  bıraktı . Hz.  İsa’yı  ölümüne  kadar takip  etmeye  hazır  şehit  figürü  eşsiz  bir  Hıristiyan  kahramanı  haline  geldi . Kimi  Hıristiyanlar , pagan  komşularını  Hıristiyanlığın , geçmişteki  dindarlıkla  yıkıcı  bir  kopuş  olmadığına  ikna  etmek  üzere  akılcı  açıklamalarını  yazdılar . Başta  gelen  tezlerden  biri , Hz.  İsa’nın  yaşamının  ve  ölümünün  İbrani  peygamberler    tarafından   öngörüldüğüydü . Bu , müneccimlere  ve  kahinlere  saygı  duyan  Romalıların  çok  ciddiye  aldıkları  bir  iddiaydı . Akılcı  açıklamacılar – savunmacıların  en  eskilerinden  biri  olan  Justin  ( 100-160 ) , Hz.  İsa’nın , Yunanlılara  ve  İbranilere  ilham  veren , tarih  boyu  aktif  Logos’un  ( Akıl , söz . Tanrı’nın  Logos’u , Bilgelikle  ve  her  şeyi  var  eden , tarih  boyunca  insanlarla  iletişim  kurmuş  Tanrı’nın  Sözü  ile  özdeşleştirildi . ) beden  bulmuş  hali  olduğunu  öne  sürdü .  Logos , Mesih’in  gelişini  önceden  söyleyebilen  peygamberler  üzerinden  konuşmuş , Hz.  İsa’da  belirleyici  bir  biçimde  açığa  çıkmadan  önce  birçok  biçime  girmişti . Platon  ve  Sokrat’ın  ağzından  konuşmuştu . Logos , kimi  zamanlar  geleceği  önceden  söylemişti ; kimi  zamanlarsa  Tanrı’nın  adına  konuşmuştu . Tanrı , Yahudi  kutsal  metinlerinde  insanlığa  sadece  Hıristiyanların  çözmeyi  başardığı  şifreli  bir  mesaj  göndermişti . İbrani  kutsal  metinleri , Hz.  İsa’dan  doğrudan  bahsetmiyordu  fakat  onun  yaşamı  ve  ölümü  İncil’in  şifreli  alt  metnini  oluşturuyordu  ve  aynı  zamanda  evrenin  sırrını açığa  çıkarıyordu . Maddesel  nesneler , görünmez  gerçeklikler , tarihsel  olaylar  ve  doğa  kanunları , yani  var  olan  her  şey , İrenaeus’un  ‘’ ekonomi ‘’  adını  verdiği  ilahi  bir  biçimde  organize  edilmiş  sistemin  bir  bölümünü  oluşturuyordu . Hz.  İsa  bu  ilahi  ekonominin  beden  bulmuş  haliydi . Hz.  İsa , Tanrının  büyük  tasarımının  nedeni , amacı  ve  zirvesiydi . Tefsircilerin  görevi  bunu  göstermek, tüm  sırları , büyük  bir  yapbozun  birbirinin  içine  geçen  parçaları  gibi  yerleştirmekti . Logos  İsa , neslin  atası  Adem’de , şehit  Habil’de , iradesiyle  kurban  olmayı  seçmiş  İshak’ta  ve  kederli  Eyüp’te  mevcuttu . Bir  kısım  tefsirciler  ise  kutsal  metnin  literal  anlamına  göre  yorumlanmasına  odaklanmıştı . Amaçları  edinilmiş  bilgi  ve  deneyimin  avantajıyla  peygamberlerin  kelimelerinden  ne  çıkarılabileceği  değil , öğretmeye  niyetlendikleri  şeyi  bulup  çıkarmaktı . Peygamberler , sık  sık  mecaz  ve  teşbih  kullanmıştı , fakat  bu  biçimsel  dil , peygamberlerin  ve  ilahicilerin  ne  kastettikleri  konusunda  elzem  literal  anlamın  bir  unsuruydu . Bu  görüştekiler  alegori’ye  ( Bir  şeyi  bir  başka  şey  kisvesinde  tasvir  eden  anlatı ,göz  önünde  canlandırıp  dile  getirme )  gerek  görmedi . Ama , örneğin  Neşideler  Neşidesi  özellikle  İskenderiye’de  popülerdi , çünkü  alegori  için  epey  zengin  olanaklar  sunuyordu . Bunlar , hahamlar  gibi , İncil’i  bitmek  tükenmek  bilmez , sonsuza  dek  yeni  anlamlar  üretmek  için  yetkin  bir  metin  olarak  görmüşlerdi . Kutsal  metinde  bulunmayan  şeyleri  ona  yüklediklerini  düşünmediler  ama  ‘’ her  şeyin  onun  içinde  olduğu ‘’ konusunda  hahamlarla  fikir  birliğine  varacaklardı . En  parlak  İskenderiyeli  tefsircilerden  olan  Origen’e  göre  Hz.  İsa  her  tefsirin  başlangıcı  ve  sonuydu . İncil , alegori  olmadan  anlam  ifade  etmiyordu . Hz.  İsa’nın  ‘’ sağ  gözünüz  günah  işlemenize  sebep  olursa , onu  yerinden  sökün  ve  atın ‘’  ( Matta  5- 29. ) emrini  literal  anlamda  nasıl  açıklayabilirdiniz ? Bir  Hıristiyan , sünnetsiz  çocukların  öldürülmesine  dair  emri  nasıl  kabul  edebilirdi ? Çadırın  kurulmasına  dair  uzun  uzadıya  talimatların  Hıristiyanlıkla  nasıl bir ilişkisi  mevcuttu ? İncil  yazarı , gerçekten  de , Tanrı’nın , Cennet  Bahçesi’nde  ‘yürüdüğünü ’    söylemek  istemişti ? Hz.  İsa , havarilerinin  ayakkabı  giymemesinde  ısrar  etmiş  miydi ? Kelime  anlamına  göre  yorumladığınızda , İncil’e  kutsal  bir  kitap  sıfatıyla  inanmak , imkansız  değilse  bile  zordu . Kutsal  metin  okumak  güç  bir  eylemdi . Origen’e  göre  Roma  Katolik  inancını  eleştirenler  sık  sık  metni  kendi  amaçlarına  göre  çarpıtmış  ya  da  çok  karmaşık  bir  pasaja , yüzeysel , kolaycı  yorumlar  getirmişlerdi . Daha  sorunsal  ya  da  eğitici  olmayan  kimi  İncil  hikayelerinde  ilham  ve  sağlam  bir  öğreti  bulmak  güçtü  ancak  Logos  kutsal  metinde  konuştuğu  için , ‘’ Fayda  görülmese  de , bunun  mümkünlüğüne  inanmalıydı . ‘’ Böylece  Origen , Hz.  İbrahim’in , karısını  kız  kardeşiymiş  gibi  gösterip  Firavuna  satması  gibi  kuşku  götürecek  davranışı  üzerinde  tartışmasında (Tekvin 20) Sara’nın  bir  erdem  simgesi  olduğunu  ve  İbrahim’in  bunu  kendine  saklamaktansa  paylaşmayı  tercih  ettiğini  ileri  sürdü . Haham  midraş’ı  gibi , Origen’in  tefsiri  de  sınırları  zorlayan , yazarın  asıl  niyetini  feda  etmek  uğruna  çıkılan  bir  arayış  gibi  görünmektedir . Origen , Yahudi  midraşıyla  karşılaştığında  yöntemlerin  benzer  olduğunu  gördü . Örneğin , Çıkış  üzerine  bir  yorumunda , genel  algılamadan  tatmin  duymuyordu , ancak  önemsiz  görünen  ayrıntılarda  Hz.  İsa’ya  bir  atıf  bulmakta  kararlıydı . Tüm  Hıristiyanlar  Mısır’ın  karanlığını  arkalarında  bırakmalı , Hz.  İsa’yı  takip  etmek  için  dünyevi  yollarından  vazgeçmeliydi . İsraillilerin  Mısır’dan  çıkış  yolculuklarının  ilk  ayağında  Ramses’ten  ayrılışlarını  araştırırken  Ramses  sözcüğünün  ‘’ bir  güvenin  telaşı ‘’ anlamına  geldiğini  keşfetti . Sonra  da  bu  mantıksız  kelime  topluluğuna  tamamen  farklı  bir  anlam  katacak , kutsal  metin  alıntılarından  oluşan  zinciri  buldu . ‘’ Güve ‘’  kelimesi  ona , Hz.  İsa’nın  güvelere  ve  tahtakurduna  dayanıksız  dünyevi  mallara  bağlanmaya  karşı  uyarısını  anımsattı . Dolayısıyla : ‘’Güvenin  yok  ettiği  ve  hırsızların  kazıp  çaldığı  yere‘’ ( Matta 6- 20. ) hazinenizi  saklamamalıydınız. Eğer  mükemmel  olmak  istiyorsanız , tüm  mülkünüzü  satın  ve  fakire  verin ; cennette  hazine  bulacaksınız . ( Matta  19- 21. ) Bu , o  halde , Ramses’ten  ayrılıp  İsa’yı  takip  etmektir . Böylece  İsraillilerin  Ramses’teki  geçici  ikameti , yüzünü  Hz.  İsa’nın  tam  sadakat  talebine  döndü . Origen  tefsirinin  keyfi  olduğuna  inanmıyordu  çünkü  Tanrı  ipuçlarını  yerlerine  yerleştirmişti ; görevi  bunları  çözmekti . Bir  kokteyldeki  cin  ile  tonik  birbirinden  koparılamaz . Birini  tatmak  için , diğerini  de  tatmanız  gerekir . Hıristiyan  ayininin  temeli  de  buydu . Hıristiyanlar  ayinde  şarap  içip  ekmek  yediklerinde , bu  nesnelerin  temsil  ettiği  Hz.  İsa  ile  karşılaşmışlardı . Aynı  şekilde , kutsal  metnin  kelimeleriyle  uğraştıklarında , tüm  insan  dilinin  ilk  örneği  olan  Logos’la  karşılaştılar . Origen: ‘ Kutsal  metnin  içerdikleri , ilahi  şeylerin  gizemleri  ve  imgelerin  açığa  çıkmış  biçimleridir.’ diye  açıkladı . Yeni  Ahit’i  dikkatle  incelediğinde , sürekli  ‘’ oradaki  söylenemez  gizemlerin  derin  belirsizliğinden  ötürü  hayrete  düşüyordu .’’
            Origen’e  göre  kutsal  metin , bir  bedene  ve  ruha  sahipti . Bedenlerimiz , zihinlerimizi  ve  düşüncelerimizi  biçimlendirir , bize  acı  verir  ve  sürekli  ölümlülüğümüzü  hatırlatır . Dolayısıyla , fiziksel  yaşamlarımız  bize , doğru  yanıt  verirsek  ruhani , ölümsüz  doğamızı  işlememizi  sağlayacak  bir  sofuluk  sağlardı . Aynı  şekilde , kutsal  metnin  bedenindeki  keskin  sınırlar ( kelimeye  dayalı  anlam ) bizi  onun  ruhunu  aramaya  iterdi  ve  Tanrı , bu  aykırılıkları  bilerek  oraya  yerleştirmişti :   ‘’İlahi  bilgelik , anlatının  okuyucuya  adeta  bir  bariyer  sunabilmesi  ve  onu  sıradan  anlamın  yolunda  ilerlemeyi  reddetmeye  teşvik  etmesi  adına , ortaya  belirli  sayıda  imkansızlıklar  ve  tutarsızlıklar  koymak  suretiyle  tarihsel  mantığa  ait , tökezleten  belirli  engeller  ve  kesintiler  düzenlemiştir . ‘’  Bu  zorlu  pasajlar  ‘’ bizi , özellikle  yüzeysel  anlamlarını  kabul  etmekten  uzak  tutarak  ve  engelleyerek  sanki  geniş  bir  patikanın  girişine , daha  yüksek  ve  ulvi  bir  yola  getirmektedir . ‘’ Tanrı , bizi  ‘’ kelimeye  dayalı  mantığın  imkansızlığı ‘’  üzerinden  ‘’ daha  içteki  anlamı  incelemeye ‘’  teşvik  etmektedir .
            Ruhani  tefsir  zorlu  bir  çalışmaydı . İncil  yorumu  en  yüksek  derecede  saflık  ve  ağırbaşlılık  ve  gecelerce  gözlem  gerektirirdi ; ibadet  ve  erdemle  dolu  bir  yaşam  olmadan  imkansızdı . Bir  matematik  problemi  çözmeye  benzemezdi  çünkü  daha  sezgisel  bir  düşünce  durumu  içerirdi . Eğer  alim  azimle  devam  eder , kutsal  metinleri  ‘’hak  ettikleri  tüm  dikkat  ve  saygıyla‘’  araştırırsa, ‘’ onları  okuma  ve  özenle  inceleme  eyleminde , zihni  ve  duygularına  ilahi  bir  nefes  dokunacak  ve  okuduğu  kelimelerin  bir  insanın  ifadeleri  değil , Tanrı’nın  dili  olduğunu  fark  edecektir . Tefsir  her  zaman  eyleme  götürmelidir . Bu , Origen  için  derin  düşünce  anlamına  geliyordu . Okuyucular  ‘’ gerçeğin  prensiplerini  alma  yetisini  edininceye  dek ‘’ ayet  üzerinde  düşünmeliydi . Böylelikle , Tanrı’ya  doğru  yeni  bir  yönelim  kazanacaklardı . Origen’in  yorumları  genellikle  sağlam  bir  sonuçtan  yoksun  görünür , çünkü  okuyucuları  son  adımı  tek  başına  atmak  durumundadır. Origen  onlara  sadece  doğru  ruhani  tavrı  sunabilirdi ; tefekkürü  onlar  için  yapamazdı .
            Origen  gençliğinde  şehitliği  arzulamıştı . Konstantin’in  din  değiştirmesinden  sonra, Hıristiyanlık  Roma  İmparatorluğunda  yasal  bir  din  haline  geldiğinde , çok  fazla şehitlik  olanağı  kalmadı . Böylece  keşişlik , birincil  Hıristiyan  örneği  haline  geldi . 4. Yy.  başında  sofular , münzevi  ibadetle  geçen  bir  yaşam  için  Mısır  ve  Suriye’nin  çöllerine  çekildiler . Bu  keşişlerden  biri  olan  Antony  ( 250-356 )  bir  gün  kilisede , Hz.  İsa’nın  davetini  geri  çeviren  zengin  ve  genç  adamın  öyküsünün  okunduğunu  işitti . Hz.  İsa  şöyle  diyordu : ‘’ Git  ve  sahip  olduklarını  sat , parayı  fakire  ver…..Sonra  gel , beni  izle . ‘’  ( Matta  19-21.) Antony  bu  metni  çağrı  olarak  kabul  etti . O öğleden  sonra  tüm  mülkünü  sattı  ve  çölün  yolunu  tuttu . Keşişler , Sözü  gerçekleştirenler  sıfatıyla  hürmet  görürdü . Keşişler  çöl  mağaralarında  kutsal  metinleri  okudular , ezbere  öğrendiler  ve  üzerlerinde  derinlemesine  düşündüler . Keşişler  Hz.  İsa’nın  İncil’i  nasıl  okuyacaklarını  gösterdiğine  inanmıştı . Hz.  İsa  dağdaki  vaazda  İncil’in  kimi   kısımları  üzerinde  diğerlerinden  daha  fazla  durarak , kutsal  metne  yeni  bir  anlam  vermişti . Aynı  zamanda  merhametin  önemini  de  vurgulamıştı . Keşişler , İncil’in  farklı  okunmasını  gerektiren  yeni  bir  Hıristiyan  yaşam  biçiminin  öncüleriydi . Origen , Neşide  üzerine  yaptığı  yorumda  Tanrı  sevgisine  odaklanmıştı ; keşişler  komşu  sevgisine  odaklandılar . Cemaat  içinde  bir  arada  yaşarken , kendilerini  yaşamlarının  merkezinden  çekmek  ve  oraya  başkalarını  koymak  durumundaydılar . Keşişler , dünyaya  sırtlarını  dönmediler . Binlerce  Hıristiyan , onlara  danışmak  için  civar  köy  ve  kasabalardan  gelip  aralarına  girdi . Sessizlik  içinde  yaşamak , keşişlere  nasıl  dinlemek  gerektiğini  göstermişti .
            Antony’nin  en  coşkulu  hayranlarından  biri , Hz.  İsa’nın  ilahlığı  konusundaki  çalkantılı  4. yy.  tartışmasında  merkezi  bir  karakter  olan  İskenderiyeli  Athanasius’tu . ( 296-373 ) . Hıristiyanlık  artık  gayrı  Yahudi  bir  inanç  olduğu  için , insanlar  ‘’ Tanrı’nın  Oğlu ‘’  yada  ‘’ Ruh ‘’  gibi  Musevi  kavramlarını  anlamakta  güçlük  çekiyordu . Hz.  İsa , Baba’sının  olduğu  biçimde  mi  ilahiydi ? Kutsal  ruh , başka  bir  Tanrı  mıydı ? Tartışma , Meseller’deki  Bilgelik  şarkısına  odaklanmıştı . Şarkı  şöyle  başlıyordu :’’ Yehova , beni  amacı  ilk  kez  ortaya  çıktığında , eserlerinin  en  eskisinden  önce  yarattı. ‘’ Bu , Hz.  İsa’nın  yalnızca  bir  yaratık  olduğu  anlamına    geliyordu  ve  eğer  öyleyse , nasıl  ilahi  olabilirdi ? İskenderiyeli  Arius , Athanasius’a  bir  mektubunda  Hz.  İsa’nın , Tanrı  tarafından  ilahi  konuma  çıkarılmış  bir  insanoğlu  olduğu  konusunda  ısrar  etti . Görüşünü  desteklemek  için , bir  dolu  kutsal  metin  üretme  yetisine  sahipti . Arius , Hz.  İsa’nın   Tanrı’ya  ‘’Baba’’  olarak  hitap  etmesi  gerçeğinin , aralarındaki  bir  ayrıma  işaret  ettiğini  çünkü  Baba  olmanın  öncelikli  bir  varoluş  içerdiğini  öne  sürdü . Aynı  zamanda , Hz.  İsa’nın  insanlığı  ve  kırılganlığı  üzerinde  duran  İncil  pasajlarından  alıntılar  yaptı . ( Matta  26-39. , 24-36. , 17-5. )  Athanasius , karşıt  görüşü  benimsedi . Hz.  İsa , Baba  Tanrı’nın  olduğu  şekilde  ilahiydi ; bu , Athanasius’un  kendi  kanıt  metinleriyle  desteklendiği , eşit  şekilde  tartışmalı  bir  görüştü . Anlaşmazlığın  başında , Hz.  İsa’nın  doğası  üzerine  herhangi  bir  Ortodoks  öğreti  mevcut  değildi  ve  hangisinin  haklı  olduğunu  kimse  bilmiyordu . Tartışma  iki  yy. ’lı  aşkın  bir  süre  devam  etti . Athanisius , İznik  Konseyinden  sonra  biçimlendirdiği  öğretide , Hz.  İsa’nın  Tanrı’yla  ilişkisini  betimlemek  amacıyla , tamamen  kutsal  metin  dışı  bir  kavram  kullandı : Hz.  İsa , Baba  ile  aynı  töz’ dendi . ( Cevher , kök , asıl ) Diğer  pederler , teolojilerini  ( Tanrı  Bilimi ) tüm insan  kelimeleri  ve  kavramlarını  aşan  bir  Tanrı  hakkında  her  şeyi  söylemekten  yoksun  detaylı  bir  İncil  okuması  yerine , dini  tecrübe  üzerine  temellendirmişlerdi .
            Kapadokya’daki  Basil  ( 329-379 )  her  biri  Hz.  İsa’dan  çıkan  iki  tür  dinsel  öğreti  bulunduğunu  ileri  sürdü . Kerygma , İncil’e  dayalı  ve  kilisenin  halk  öğretisiyken , dogma , söylenemeyen  her  şeyi  ifade  ederdi . Basil , Philo  gibi , algımızın  ötesinde  olan  Tanrı’nın  aslı – cevheri  ile  onun  kutsal metinde  tasvir  edilen  dünya  üzerindeki  eylemleri  arasında  bir  ayrım  yaptı . İncil’de  Tanrı’nın  tözünün  bahsi  bile  geçmiyordu . Bu  Basil’in  kardeşi  Gregory  ( 335-395 ) ve  arkadaşları  ile  birlikte  ürettiği  Teslis ( Üçlü )  doktrini  için  merkeziydi . Tanrı , bize  her  zaman  algılanamaz  gelecek  tek  bir  töze  sahipti . Bununla  birlikte  kutsal  metinde , Tanrı , tarifsiz  gizemini  bizim  sınırlı  zekamıza  uyumlu  hale  getiren  ilahi  enerjiler  ( Tanrı’nın  dünya  üzerindeki  anlık  bir  tasavvurunu  yakalamamıza  izin  veren  işleri ) , ‘’ tezahür ‘’  ( Baba , Logos-Akıl-söz ,  Ruh ) içinde  bilinir  kılmıştı .
           Kapadokyalı  rahipler  derin  düşüncelere  dalarlardı ; bunlardan  biri  olan  Denys  sessizliğin  apopatik  teolojisini  kurmuştu . ( Söylememenin  dili , konuşmama . Bu  yaklaşıma  göre , Tanrı’yı  bilmeye  çabalasak  da  onun  hakkında  asla  bilemeyeceğimiz  şeyler  vardır . Kimi  ilahi  gizemler  insan  aklı  ve  dilini  aşar  niteliğe  sahiptir . Bilmeye  çabalamakla  asla  bilememek  bir  paradoks  oluşturur . ) Tanrı  bize  O’nun  ‘’iyi’’ , ‘’şefkatli’’  ve  ‘’adil’’  olduğunu  söyleyen  bazı  isimlerini  kutsal  metinde  açığa  çıkarmıştı  fakat  bu  özellikler  bu  tip  kelimelerin  ötesinde  yatan  ilahi  gizemi  saklayan  ‘’ kutsal  perdelerdi .’’Hıristiyanlar , kutsal  metni  dinlediklerinde , bu  insan  terimlerinin  Tanrı’ya  uygulanmak  için  çok  sınırlayıcı  olduğunu  kendilerine  sürekli  hatırlatmalıydı . Dolayısıyla  Tanrı  ‘’iyi’’ idi  ve  ‘’iyi  değil’’ idi ; ‘’adil’’ idi  ve  ‘’adil  değil’’ idi . Bu  paradoksal  okuma  onları  ‘’idrakin ötesindeki  o  karanlığa’’  ve  tarif  edilemez  Tanrı’nın  varlığına  götürecekti . Denys , Sina  Dağı’na  inen  bulut  hikayesini  seviyordu : Hz.  Musa , zirvede , bilememenin  kalın  bulutuyla  sarılmıştı . Hiç  bir şey  göremiyordu  fakat  aslında  Tanrı’nın  olduğu  yerdeydi .
            Kutsal metin , Hz.  İsa’nın  ilahlığı  meselesini  çözememişti  fakat  Bizanslı  teolog  Maximus  (580-662) Logos’un  Adem’in  günahını  onarmak  için  insana  dönüştüğüne  inanmıyordu ; Adem  günah  işlemeseydi  bile , Enkarnasyon  meydana  gelirdi . ( Ruhani  bir  gerçekliğin  dünyevi  biçimde  beden  bulması . Hıristiyanlıkta , özel  olarak , Hz.  İsa’nın  insan  bedeninde  ‘’ ete  kemiğe  bürünen’’  Logos’un  inişi  anlamına  gelir . ) Hz.  İsa , tam  anlamıyla  tanrılaşan  ilk  insandı  ve  hepimiz  onun  gibi  olabilirdik ; bu  yaşamda  bile. ‘’ Söz , tüm  insanlık  Tanrı’ya  dönüşsün , Tanrı’nın  zarafetiyle  tanrılaşıp  insan  olsun , doğa  ile  ruh  ve  beden , tamamen  insan  olsun ; zarafet  ile  ruh  ve  beden , tamamen  Tanrı  olsun ‘’  diye  ete  kemiğe  büründürülmüştü .
Kuzey  Afrika’daki  Hippo  piskoposu  Augustine , İncil  konusunda  önceden  yaşadığı  zorlukların  gururdan  kaynaklandığını  fark  etti . Kutsal  metin , sadece  benliklerini  kibir  ve  kendini  üstün  tutma  hislerinden  arındırmışlar  için  erişilebilirdi . Logos , bizim  insani  zayıflığımızı  paylaşmak  için  cennetten  inmişti . Aynı  şekilde , Tanrı , kutsal  metinde  Söz’ ünü  açığa  çıkardığında  bizim  seviyemize  inmiş  ve  anlayabileceğimiz , zamanla  sınırlı  simgeler  kullanmıştı . Tüm  gerçeği  bu  yaşamda  asla  bilemezdik ; Hz.  Musa  bile  ilahi  öze  doğrudan  bakamamıştı . Dil  doğası  gereği  noksanlıydı . Düşüncelerimizi  diğer  insanlara  nadiren  iletebilirdik  ve  bu , bizim  diğerleriyle  ilişkimizi  sorunlu  kılardı . Öyleyse , kutsal  metinle  boğuşmamız , bize  ilahi  gizemi   insan  diliyle ifade  etmenin  imkansızlığını  anımsatmalıydı . Hiç  kimse  son  söze  sahip  olamazdı . Hz.  Musa , yazdığı  şeyi  açıklamak için  bizzat  gelseydi  bile , kimi  insanlar  onun  Tevrat’ın  ilk  beş  kitabı  üzerine  yorumunu  kabul  edemeyecekti , çünkü  her  birimiz  zihnimizde  tüm  vahyin  sadece  küçük  bir  kısmına  sahip  olabilirdik . Herkesin  sadece  kendini  haklı  gördüğü  sert  karşıtlıklara  girmek  yerine  sezgi  yoksunluğumuzun  alçakgönüllü  bir  kabulü  bizi  bir  araya  getirmeliydi . İncil, sevgiyle  ilgiliydi. Hz.  Musa’nın  yazdığı  her  şey  ‘’sevginin  hatırı  içindi . ‘’  Kutsal  metindeki  kelimelerden  çıkarılacak  çok  fazla  anlam  mevcuttu ; o  halde , Hz.  Musa’nın  gerçekte  hangisini  söylemek  istediğini  tartışmak  için  acele  etmek  ve  sevginin  ruhunu  yıkıcı  tartışmalarla  gücendirmek  ne  kadar  budalacadır . Hele , Hz.  Musa  bizim  açıklığa  kavuşturmaya çalıştığımız  her  şeyi  sevgi  adına  söylemişken . Augistine , Hillel  ve  hahamlarınkiyle  aynı  sonuca  ulaşmıştı . Merhamet , Tevrat’ın  merkezi  prensibiydi ; geri  kalan  her şey  yorumdu .Musa  başka  ne  yazdıysa  yazsın , temel  amacı  şu  çifte  emirdi : Tanrı  sevgisi  ve  komşu  sevgisi . Bu  aynı  zamanda  Hz.  İsa’nın  da  temel  mesajıydı . Dolayısıyla , İncil  adına  diğer  insanlar  aşağılanamazdı . Kutsal  metin  üstüne  kavga  eden  insanlar  kibirle  doluydu . Kendi  fikirlerini  seviyorlardı ; doğru  olduğu  için  değil , kendilerinin  olduğu  için . O  halde  ‘’ kimsenin  yazılmış  şey  üstüne  kardeşine  kibirle  dolmasına  izin  vermeyin.’’ diye  yalvardı  Augistine . Augistine  tatsız  bir  hikayenin  değişmeceli  bir  yorumunu  vermek  için  acele  etmek  yerine , ahlaksal  standartların  kültürel  anlamda  koşullandığını  göstermeye  daha  çok  eğilimliydi . Örneğin  çokeşlilik , ilkel  insanlar  arasında  yaygındı  ve  hoş  görülürdü . En  iyilerimiz  bile  günah  işlerdi ; o  halde , İncil’de  hepimiz  için  bir  uyarıcı  olarak  yer  alan  Davut’un  zinası  hikayesini  alegoriyle  anlatmaya  gerek  yoktu . Doğrusu  suçlama  sadece  insafsızlık  değildi ; aynı  zamanda  kutsal  metni  anlayışımızda  önemli  bir  engel  teşkil  eden  kişisel  tatmin  ile  böbürlenmeye  de  işaret  ediyordu . Augistine  ‘’ Merhametin  saltanatını  kurmaya  eğilimli  bir  yorum  bulana  dek  okuduğumuz  şey  üzerine  derinlemesine  düşünmeliyiz .’’ diyordu . ‘’ Kutsal  metin , merhamet  dışında  bir  şey  öğretmez  ya  da  açgözlülük  dışında  hiç  bir  şeyi  suçlamaz ; böylelikle  insanların  zihinlerine  biçim  verir. İlahi  metinleri  yada  onların  herhangi  bir  parçasını  Tanrı  sevgisi  ile  komşu  sevgisini  kurmadığını  sanarak  anladığını  düşünen  herhangi  biri , kutsal  metni  hiçbir  şekilde  anlamamıştır . Orada , yazarın  söylediği  şey  farklı  olsa  da  merhametin  kurulmasına  yararlı  bir  ders  bulan  herhangi  biri , aldanmamıştır . Augustine  diğer  Hıristiyan  tefsirciler  gibi , Hz.  İsa’nın  İncil  için  temel  olduğuna  inanıyordu. Bir  vaazında  şöyle  dedi: ‘’İlahileri  Peygamberler  ve  Yasayı  duyduğumuzda , tüm  amacımız  orada  Hz.  İsa’yı  görmek , orada  Hz.  İsa’yı  anlamaktır . ‘’ Bununla  birlikte  kutsal  metinde  bulduğu  Hz.  İsa  asla  tarihsel  Hz.  İsa  değil , Aziz  Paul’ün  insanlıktan  ayrılamaz  olarak  öğrettiği  Mesih’in  tümüydü . Hıristiyan , Hz.  İsa’yı  kutsal  metinde  bulduktan  sonra  dünyaya  dönmeli  ve  onu  topluma  sevgi  dolu  bir  şekilde  sunma  eyleminde  bulmayı  öğrenmeliydi .
            Augistine  dilbilimci  değildi . İbranice  bilmiyordu  ve  Yahudi  midraşıyla  karşılaşmamıştı, fakat Hillel  ve  Akiba’yla  aynı  sonuca  vardı . Kutsal  metnin  nefret  ve  çekişme  yayan  herhangi  bir  yorumu  meşru  değildi . Her  tefsir , merhamet  prensibiyle  yönlendirilmeliydi .
            430’da  Roma’nın  düşüşünün  trajedisi , ömrünün  son  yıllarındaki  Augustine’yi  ilk  günahın  tüm  insan  ırkını  sonsuz  lanete  mahkum  ettiğine  ikna  etmişti . Hz.  İsa’nın  bizi  kurtarışından  sonra  bile  insanlığımız, şehvetle , yaratılanlardan  haz  almaya  yönelik  akıldışı  arzuyla  bozulmuştu . Akılcı  güçlerimiz , tutku  tarafından  alt  edilince  Tanrı  unutuluyordu . Daha  eğitimli  Hıristiyanlar , erkek  ve  kadınların  gerçekten  de  Adem’in  günahıyla  kalıcı  olarak  damgalandıklarına  inanıyorlardı . Artık  Tanrı’nın  onlara  ne  söylediğini  duyamıyorlardı ; bu  da  kutsal  metinleri  anlamalarını  neredeyse  imkansız  kılıyordu . Hıristiyan  geleneği , 5.yy’dan  9.yy’a  dek , İncil  üzerinde  çalışmak  için  gerekli  istikrar  ve  sessizliği  sağlayabilen  tek  alanlarla , manastırlarla  sınırlanmıştı . Keşişlere  kutsal  metin  çalışmasının  yaşam  boyu  süren  bir   görev  olduğu  öğretiliyordu . Keşişlerin  pek  çoğu , İncil’i  tek  bir  cilt  olarak  görmemişti , ayrı  el  yazmalarında  okuyorlardı . İncil , yemekler  sırasında  yüksek  sesle  okunurdu  ve  ilahi  odada  gün  boyu  düzenli  aralıklarla  İlahiler  Kitabından  şarkılar  söylenirdi . İncil’in  ritimleri , imgeleri  ve  öğretisi , günden  güne, yıldan  yıla  sessiz  ve  düzenli  meditasyonla   oluşan  maneviyatlarının  temeline  dönüştü . İlahi okumada  resmi  yada  sistematik  bir  şey  yoktu . İlahi  okuma , keşişin  zihninde  Sözü  duymasına  yardım  edecek  sessiz  bir  yer  bulmayı  öğrendiği , metnin  barışçıl , sakin  bir  şekilde  okumasıydı . Keşişler , kendilerini  Sina  Dağının  üstündeki  Musa’nın  ardında , İsa’nın  Tepedeki  vaazı  sırasında  izleyiciler  arasında  yada  çarmıhın  dibinde  tahayyül  ederek , eyleme  hayali  bir  biçimde  girmeye  teşvik  ediliyorlardı .
            Papa  seçilen  papaz  Büyük  Gregory  ( 540-604 ) , ilk  günah  doktrinini  tamamen  özümsemiş , insan  zihnini  onarılmaz  biçimde  bozulmuş  ve  çarpıklaşmış  görmüştü . Tanrı’ya  ulaşmak  artık  zordu . Tanrı  İncil’de  günahkarlığımıza  tenezzül  etmiş , küçük  zihinlerimizin  seviyesine  inmişti  fakat  insan  dili  ilahi  etki  altında  paramparçaydı . İlk  okumada  kimi  İncil  hikayelerinde  herhangi  bir  dinsel  değer  bulmak  da  aynı  nedenle  zordu . Gregory  literal  yorum  üzerinde  zaman  harcamadı . Kutsal  metnin  düz  mantığını  incelemek , birinin  yüzüne  kalbinin  içinde  ne  olduğunu  bilmeden  bakmak  gibiydi .
           Avrupa , II.yy’dan  itibaren  Karanlık  çağlardan  çıkmaya  başlamıştı . Eğitimsiz  halk  İncil’i  okuyamıyordu . Ama  ayinleri  simgesel  olarak  Hz.  İsa’nın  yaşamını  yeniden  sahneleyen  karmaşık  bir  tasvir  olarak  yapmak  üzere  eğitiliyorlardı . Ayinin  ilk  bölümünde  kutsal  metinden  yapılan  okumalar , onun  vaizliğini  yeniden  anımsatıyordu ; ekmek  ve  şarap  ikramı  sırasında , kendini  kurban  edişi  üzerine  derinlemesine  düşünüyorlardı  ve  cemaat  onun  inançlarının  yaşamı  içinde  yeniden  dirilişini  temsil  ediyordu . Halkın  Latinceyi  takip  edememesi  gizeme  eklendi . Ayinin  büyük  kısmı  rahip  tarafından  alçak  sesle  okunuyordu ; sessizlik  ve  kutsal  dil  ayini  ayrı  bir  alana  çekiyordu  ve  cemaati  İncil’le  güç  dolu  bir  eylem  olarak  tanıştırıyordu .
           Ama  Avrupa  tehlikeli , ıssız , insanların  toprağı  zar  zor  işlediği , soyluların  köyleri  harap  ederek  durmadan  birbirleriyle  savaştığı , kıtlık  ve  sürekli  savaş  halinin  olduğu  bir  haldeydi . Şövalyeler  de saldırgan  bir  din  istiyorlardı . Karanlık  Çağlardan  çıkarken  yeni  Avrupa’nın  ilk  toplu  işbirliği  içindeki  hareketi  Birinci  Haçlı  Seferi  oldu . ( 1095-99 ) Haçlıların  bir  kısmı , kutsal  topraklara  yolculuklarına , Ren  vadisindeki  Yahudi  topluluklarına  saldırarak  başladı . Saldırılar  sonunda  Haçlılar  Kudüs’te  yaklaşık  otuz bin  Yahudi  ve  Müslümanı  katletmişti . Haçlıların  değerler  sistemi , Hz.  İsa’nın  İncil’deki  bir  uyarısının   literal  yorumuna  dayanıyordu . Bu  uyarı  şuydu : ‘’Haçını  taşıyıp  arkamdan  gelmeyen  hiç  kimse  müridim  olamaz . ‘’ ( Luka  14- 27. ) Haçlılar  giysilerinin  üzerine  haç  şekilleri  diktiler  ve  Hz.  İsa’nın  ayak  izlerini , yaşadığı  ve  öldüğü topraklara  doğru  izlediler . Trajik  bir  ironiyle , haçlı  seferi , bir  sevgi  hareketi  olarak  vaaz  edilmişti . Hz.  İsa , haçlıların  feodal  efendisiydi , onlar  da  sadık  kullar  gibi , bu  mirası  kurtarma  görevine  bağlılardı . Hıristiyanlık ; Haçlı  Seferlerinde  Avrupa’nın  feodal  şiddetini  özümsedi  ve  kutsadı .
            Bazı  Avrupalılar, Yakın Doğu’da  Müslümanlarla  çarpışırken, diğerleri  de  kendilerine  Karanlık  Çağlarda  kaybettikleri  kültürün  büyük  kısmını  kurtarmalarına  yardım  eden  Müslüman  bilginlerle  İspanya’da  çalışmalar  yürütüyordu. Müslüman  Krallığı  Endülüs’te  batılı  bilginler  İslam  dünyasında korunmuş  ve  geliştirilmiş  tıp , matematik  ve  klasik  Yunan  bilimini  keşfettiler . Aristoteles’in  çalışmalarını  Arapçadan  Latinceye  tercüme  ettiler . Onun  akılcı  felsefesi , pek  çok  batılı  bilgini  heyecanla  doldurdu  ve  onları  kendi  akılcı  güçlerini  kullanmaya  teşvik  etti . Bu , İncil  çalışmalarını  kaçınılmaz  biçimde  etkiledi . Avrupa  daha  düzenli  hale  geldikçe  ve akılcı  yaklaşım  hakim  oldukça, bilginler  ve  keşişler  standart  bir  yorum  oluşturdular . Ama  öğrenciler   Aristocu  mantık  ve  diyalektikle  deney  yapmaya  başladıkça  yoğun  tartışmalar  da  başladı . Manastırlar  ile  katedral  okulları  arasında  yavaş  yavaş  bir  çatlak  ortaya  çıktı . Manastırdaki  üstatlar  ilahi  okumaya   odaklanıyor , öğrencilerinin  İncil’i  tefekkür  içinde  okumalarını  ve  maneviyatlarını  geliştirmelerini  istiyorlardı . Bununla  birlikte , katedral  okullarındaki  üstatlar  yeni  öğretiyle  ve  nesnel  İncil  eleştirileriyle  daha  çok  ilgiliydi .
            Haçlılara  karşın , Fransa’daki  Yahudiler  ve  Hıristiyanların  arasındaki  ilişkiler  iyiydi . Manastır  bilginleri , yerel  hahamlara  danışmaya  ve  İbranice  öğrenmeye  girişmişlerdi . Aziz  Andrew  ( 1110 – 1175 ) İbrani  İncilinin  tamamen  literal  bir  yorumuna  kalkışan  ilk  Hıristiyan  bilgindi . Andrew  ve  Yahudi  arkadaşları , İncil’in  modern  tarihsel  eleştirisine  doğru  ilk  adımı  atmışlardı. Başrahiplerden  Bernard’ın  (1090-1153) tefsiri  ve  maneviyatı  Tanrı  sevgisine  dayanıyordu . Beni  yönlendiren  şey  arzudur, akıl  değil  diye  ısrar  etmişti. İncil’i  basit  bir  yaratılış  ve  kurtarılış  öyküsü  olarak  okumaya  başlamıştık  fakat  sonra , bize  davranışlarımızı  değiştirmeyi  öğreten  ahlaksal  algılanışa  ilerlemeliydik . Ruh , merhamet  pratiğiyle  yenilenmeli , başkalarına  karşı  ‘’ hoş  ve  ılımlı ‘’  hale  gelmeli , ‘’ sevgi  işleri  için  azimli  bir  içtenlik ‘’ bizleri  ‘’ benliği  unutuşa   ve  benliğin  çıkarlarına  karşı  kayıtsızlığa  götürmeliydi . Gösterişçi  dindarlıktan  kaçınmak  ve  kişinin  kendi  odasının  sessizliğinde  ibadet  etmesi  daha  doğruydu  çünkü  ‘’ başkaları  etraftayken  ibadet  edersek , onların  takdiri , duamızın  etkisini  azaltabilirdi . ‘’ Ani  bir  aydınlanma  meydana  gelemezdi ; keşişler  düzenli  ilahi  okumayla  sağlam , alçak  gönüllü  ve  gittikçe  artan  bir  ilerleme  kaydedebilirlerdi . Bernard  İncil’i  nesnel  bir  akademik  güçlük  olarak  düşünmek  yerine , kişisel , ruhani  bir  disiplin  olarak  gördü . ‘’ Bugün  incelediğimiz  metin , tecrübemizin  kitabıdır ‘’ diye  söylemişti   keşişlerine ,‘’öyleyse duygularınızı  içinize  yöneltmelisiniz ; herkes  şeyler  hakkında  kendi  özel  uyanıklığını  dikkate almalı’’  
            Bu  sırada , İslam  dünyasında  yaşayan  Yahudiler  de  klasik  Yunan  Kültürünün  akılcılığını  İncil’e  uyarlamaya  çalışmışlardı . Yürüyen  ve konuşan , bir  tahtta  oturan , kıskançlık  duyan , öfkelenen  ve  fikrini  değiştiren  bir  Tanrı’yı  kabul  edemezlerdi . Özellikle  Tanrı’nın  dünyayı  ‘’ hiçbir  şeyden ‘’  yarattığı  konusundaki  görüş  yüzünden  endişe  duyuyorlardı . Saadia  İbn  Joseph  ( 882 – 942 ), Tanrı  tüm  dil  ve  kavramların  ötesinde  kaldığı  için , sadece  onun  var  olduğunu  söyleyebileceğimiz  konusunda  ısrar  etti . Saadia , yaratılışı  kabul  etmek  durumundaydı  ama  İlahi  Yaratıcıyı  kabul  ediyorsak , hakkında  mantıksal  başka  ifadelerde  bulunabilirdik . Yarattığı  dünya  zekice  planlandığı , yaşam  ve  enerji  barındırdığı  için  Yaratıcı , Bilgelik , Yaşam  ve  Güç  niteliklerine  sahip  olmalıydı . Diğer  Yahudi  filozoflar , maddi  dünyanın  tamamen  ruhani  bir  Tanrı’dan  nasıl  çıktığını  akılcı  biçimde açıklama  yolunda , yaratılışı , gittikçe  daha  maddi  hale  gelen , Tanrı’dan  çıkan  on  yayılımın  evrimsel  süreci  olarak  düşündüler . Her  yayılım , Ptolemy  evrenindeki  kürelerden  birini  üretmişti : Sabit  yıldızlar , sonra  Satürn , Jüpiter , Mars , Güneş , Venüs , Merkür  ve  nihayetinde  Ay . Buna  karşın , dünyevi  yaşamımız  zıt  bir  yönde  ilerlemişti : Cansız  madde  olarak  başlamış , bitki  ve  hayvanlardan , ruhları  ilahi  akılda  yer  etmiş  fakat  bedenleri  dünyadan  çıkmış  insanlara  doğru  gelişmişti .
            Maimonides ( 1135 – 1204 )  hakikat  tek  olduğuna  göre , kutsal  metnin  akılla  uyum  göstermesi  gerektiğini  öne  sürdü . Maimonides  akıldışı  İncil  yasaları  için  akılcı  sebepler  bulmaya çalıştı . Ama  dinsel  deneyimin  aklı  aştığını  biliyordu . Peygamberlerin  sezgisel  bilgileri  akılcı  güçlerimizle  elde  ettiğimiz  bilgiden  daha  yüksek  bir  düzeydeydi .
            Nahmanides  ( 1194 – 1270 ) Maimonides’in  akılcı  tefsirinin  Tevrat’a  haksızlık  ettiğine  inanıyordu . Tevrat’ın  ilk  beş  kitabı  üzerine , yalın  anlamını  özenle  açıklayan , etkili  bir  yorum  yazdı  fakat  çalışmasını  yazdığı  süreçte , literal  mantığı  aşan  esrarlı  bir  değerle  yüz  yüze  geldi . On üçüncü  yy.  sonunda  Castille’deki  bir  grup  gizemci , bunu  daha  ileri  götürdü . Kutsal  metin  çalışmaları , onları  sadece  metnin  daha  derin  bir  seviyesiyle  tanıştırmakla  kalmamış , Tanrı’nın  içsel  yaşamını  da  göstermişti . Gizemci  disiplinlerine  ‘’Kaballah ‘’ ( miras  alınan  gelenek )  adını  verdiler  çünkü  bu  disiplin  öğretmenden  öğrenciye  geçiyordu . Gizemci  midraşları , meyve  bahçesine  giren  dört  bilgeyi  anlatan  Talmud  hikayesine  dayanıyordu . R.  Akiba  bu  tehlikeli  ruhani  deneyimden  tek  başına  sağ  çıktığı  için  kabalistler , pardes  adını  verdikleri  tefsirlerinin  Akiba’dan  geldiğini  ve  mistisizmin  ( gizemciliğin ) tek  güvenli  türü  olduğunu  öne  sürdüler . Tevrat  üzerine  çalışma  metotlarının , kendilerini  gündelik  olarak  ‘’ cennete’’  taşıdığını  gördüler . Pardes , kutsal  metnin  dört  farklı  algılamasının  anogramıydı : Peshat , edebi  algılama ; remez , alegorik ;  darash , ahlaksal / vaiz  algılaması  ve  sod , Tevrat  çalışmasının  mistik  zirvesi . Midraş’ın  ilk  üç  biçimi  hahamlar  ve  filozoflar  tarafından  kullanılmıştı . Dolayısıyla  Kabalacılar  yeni  ruhaniliklerinin  gelenekle  aynı  hizada  durduğunu  ima  ederken , bir  yandan  da  kendi  uzmanlıklarının ( Sod ) geleneğin  gerçekleştirilmesi  olduğu  önermesinde  bulundular . Kabalacılar  güçlü  bir  sentez  yarattılar . Hahamların  ve  filozofların  hafife  aldığı  yada  kökünü  kazımaya  çalıştığı  eski  İsrail  geleneğindeki  mitsel  unsuru  dirilttiler . Aynı  zamanda , muhtemelen  aşina  oldukları  Müslüman  dünyada  ortaya  çıkan  çeşitli  gizemci  hareketlerden  de  etkilendiler . sonunda  Kabalacılar , filozofların  tasavvur  ettiği  ve  varlık  zincirindeki  her  unsurun  birbirine  bağlandığı  on  yayılımdan  ilham  aldılar . Vahiy , artık  ontolojik  ( Varlık  bilimi ) uçurumda  köprü  görevi  görmek  durumunda  değildi ; her  bireyin  içinde  sürekli  meydana  gelen  bir  süreçti . Yaratılış , uzak  geçmişte  bir  kez  meydana  gelmiş  bir  şey  değil , hepimizin  katılabileceği , zamansız  bir  oluşumdu .
            Kabalacılar , Tanrı’nın  en  içteki  özüne  En  Sof  ( Sonu  olmayan )  adını  verdiler . En  Sof  kavranamazdı  ve  İncil’de  yada  Talmud’ da  bile  sözü  geçmiyordu . Bir  kişilik  değildi , dolayısıyla , En  Sof’a  kişileştirmeden  ‘’ O ‘’  demek  daha  doğruydu . Ama  kavranamaz  En  Sof , kendini  insanlığa  dünyayı  yarattığı  zamanda  açmıştı . Delinmez  örtüsünden  bir  gövde, dallar  ve  yapraklar tomurcuklandıran  kocaman  bir  ağaç  gibi  çıkmıştı . İlahi  yaşam , En  Sof’un  kendisi  saklı  kalırken , geniş  kürelere  her  şeyi  doldurana  dek  yayılmıştı . O , ağacın  kökü , dengesinin  ve  diriliğinin  kaynağıydı  fakat  ebediyen  görünmezdi. Filozofların  Tanrı’nın  nitelikleri  diye  andıkları , yani  Gücü , Bilgeliği , Güzelliği  ve  Zekası  böylelikle  aşinalık  kazanıyordu  ama  Kabalacılar  bu  soyut  nitelikleri  dinamik  güçlere  dönüştürdü . Kabala  küçük , gizemli  bir  hareket  olarak  başlamıştı  fakat  Musevilikte  büyük  bir  hareket  haline  gelecek , mitolojisi  mistik  yetileri  bulunmayanları  bile  etkisi  altında  bırakacaktı. Yahudiler  giderek  mistiklerin  dinamik  Tanrı’sını, filozofların  sessiz  Tanrı’sından daha  ilgi çekici  buldu  ve  kutsal  metnin  yalın  anlamının  git  gide  daha  az  tatmin  edici  olduğunu , miras  alınan  bir  gelenek  ( kaballah) olmadan  hiçbir  şeye  ışık  tutamayacağını  düşündü .
            Bununla  birlikte  Avrupa’da  Hıristiyanlar  tam  karşıt  bir  sonuca  varıyordu . Nicholas  ( 1270 – 1340 ) daha  eski  yorum  yöntemleriyle  skolastiklerin  yeni  fikirlerini  birleştirdi . İncil’in  üç  ‘’ ruhani  anlamının’’  kullanımını  savundu  fakat  tarihsel  tefsirin  yalın  anlamını  seçti . Pastillae  isimli , İncil’in  tümünün  literal  bir  tefsiri  olan  çalışması , standart  ders  kitabı  haline  geldi . Diğer  gelişmeler  geleneksel  yorum  konusunda  büyüyen  bir  tatminsizliği  açığa  çıkardı . İngiliz  Roger  Bacon ( 1214–1292 ) İncil’i  orijinal  dillerde  incelemeye  teşvik  etti . Marsilio  ( 1275 – 1342 ) yerleşik kilisenin  büyüyen  gücünden  dolayı  öfkelendi  ve  papalığın , İncil’in  en  yüce  koruyucusu  olma  iddialarına  meydan  okudu . John  Wyeliffe  ( 1329 – 1384 ) kilisenin  bozulmasından  öfke  duydu  ve  İncil’in , halk  papazlığa  bağlı  kalmayıp  Tanrı’nın  Sözü’ nü  kendilerine  okuyabilsin  diye , gündelik  dile  dönüştürülmesi  gerektiğini  öne  sürdü . ‘’ İsa , İncil-i  Şerif’in  tüm  dünyada  okunmasını  gerektiğini  söyledi .’’ diye  ısrar  etti . İncil’i  İngilizceye  tercüme  eden  William  Tyndale  (1494-1536) ‘’ Kilisenin  yetkesi  İncil’in  yetkesinden  daha    büyük  olmalı , yoksa  İncil  kiliseden  üstün    tutulmalı ‘’  diye  çıkış  yaptı . 16. Yy.’a  gelindiğinde  bu  tatminsizlik  inançlıları  yalnızca  kutsal  metne  bağlı  kalmaya  iten  bir  İncil  devriminde  patlak   verecekti .
            16. yy.’a  gelindiğinde  Avrupa’da  karmaşık  bir  süreç  baş  gösteriyordu . Bir  yandan  ilk  anda  önemleri  anlaşılmayan  icatlar  ve  yenilikler ; İspanyol  kaşiflerin  yeni  dünya  keşfi , astronomların  göklere  açılması  vs. ;  ve  bir  yandan  vebanın  Avrupa  nüfusunun  üçte  birini  öldürmesi , Osmanlıların  1453’de  Bizans’ı  fethetmesi. Ortaçağda  çok  az  batılı  insan  Yunancayla  haşır  neşirdi. Osmanlı  savaşlarından  kurtulan  Bizanslı  mülteciler  15. yy’ da  Avrupa’ya  kaçtılar  ve  öğretmenlik  yapmaya  başladılar . 1519’da  Hollandalı  hümanist  Erasmus  ( 1466 – 1536 ) Yeni  Ahit’in  Yunanca  metnini  bastırdı . Matbaanın  keşfi , Erasmus ’un  tercümesini  bastırmasını  sağlamasında  derin  bir  öneme  sahipti . Artık  Yunanca  bilen  herkes , İncil’i  okuyabilir , her  zamankinden  daha  hızlı  bir  biçimde  gözden  geçirebilir  ve  öneriler  sunabilirdi . Erasmus  bu  önerilerden  yararlandı  ve  ölümünden  önce  Yeni  Ahit’inden  pek  çok  baskı  daha  çıkardı .
            Artık  İncil’i  orijinal  dillerde  okumak  zorunlu  olacaktı . O  zamana  dek , tefsirciler  İncil’i  ayrı  kitapların  bir  toplaması  yerine , tek  bir  eser  olarak  görmüşlerdi . Kutsal  metinleri  fiziksel  anlamda  tek  bir  cilt  olarak  hiç  görmemişlerdi , ama  apayrı  metinleri  bir  araya  getirme  alışkanlığı , görüş  ve  dönem  farklılıklarını   önemsetmemişti . Artık  hümanistler , İncil  yazarlarını , özel  yeteneklerini  ve  kişisel  yapılarını  göz  önünde  bulunduracak  bireyler  sıfatıyla  incelemeye başlamışlardı . Özellikle  Paul’ün  çalışmalarına  vuruldular . Paul’ün  kurtuluşu  tutkuyla  arayışı  skolastik  akılcılık  için  gerekli  panzehir  gibi  görünüyordu . En  çok  Paul’ün  keskin  günah  anlayışını  paylaşıyorlardı . 16.  yy.’ın  büyüleyici  başarılarının  yanında , yaygın  bir  gerginlik  söz  konusuydu . Protestan  reformcular  Zwingli  (1484-1531) ve  John  Calvin  (1509-1564)  yeni  bir  dinsel  çözüme  ulaşmalarından  önce , keskin  bir  başarısızlık  ve  zayıflık  hissetmişti . İsa  Topluluğu’nun  ( Cizvit  Tarikatı )  kurucusu  Katolik  reformcu  İngnatius  Loyola  ( 1491- 1556 ) ayinler  sırasında  gözyaşlarını  tutamıyordu . Almanya’daki  genç  bir  rahip  hepsinin  hislerine  tercüman  oldu : ‘’ Bir  rahip  olarak  günahsız  bir  yaşam  sürmüş  olsam  da , Tanrı’nın  karşısında , rahatsız  bir  vicdanla  duran  bir  günahkar  olduğumu  hissettim. O’nu  yaptıklarımla  memnun  etmiş  olduğuma  inanamıyorum. Günahkarları  cezalandıran  erdemli  Tanrı’yı  sevmekten  çok  uzak  bir  halde , aslında  O’ndan  nefret  ettim . Vicdanım  bana  kesinlik  veremezdi ; bunun  yerine  her  zaman  şüphe  duydum ve ‘ şunu doğru  yapmadın , yeterince  tövbekar  olmadın , günah  çıkarırken  bunu  söylemedin ‘ , dedim . ‘’
            Martin  Luther  ( 1483-1546) Hıristiyanları  iyi  işlerle  Tanrı’nın  zarafetine  layık  olmaya  çalışmak  için  teşvik  eden  Ockhamlı  William’ın  ( 1287-1347) skolastik  felsefesi  ile  eğitilmişti . Ama  Luther  acı  verici  bir  depresyona  girdi  ve geleneksel  dindarlıklardan  hiçbiri  onun  aşırı  derecedeki  ölüm  korkusunu  hafifletemedi . Korkularından  kurtulmak  için  bir  reform  çılgınlığına  daldı . Luther  varoluşsal  geriliminden  tefsir  ile  kurtuldu . İncil’in  toplu  halde  ilk  kopyasını  gördüğünde , düşündüğünden  çok  daha  fazla  yazı  içermesi  karşısında  hayrete  düşmüştü . Witterberg  Üniversitesinde  Felsefe  profesörüyken  İlahiler , Paul’ün  mektupları , Romalılar  ve  Galatyalılar  üzerine  verdiği  derslere  gelenekçi  bir  biçimde  başlamıştı . Luther , metni  satır  satır  dört  algıya  göre  izah  ediyordu . Bununla  birlikte  iki  önemli  değişiklik  vardı . Birincisi  Luther , Üniversitenin  matbaacısı  Gutenberg’den  açıklamaları için  geniş  kenar  boşluklu  özel  yapım  bir  ilahi  kitabı  üretmesini  istemişti . Sanki  kutsal  sayfayı  temizlemiş , yeniden  başlamak  için  geleneksel  yorumu  silmişti . İkincisiyse  ‘’ Kutsal  metnin  tamamında , gerek  yalın  kelimelerde , gerekse  anlaması  güç  olanlarda , İsa’dan  başka  bir  şey  yoktur ‘’ diyordu . Bir  başka  gün  şöyle  sordu : ‘’ İsa’yı  kutsal  metinlerden  çekin , orada  başka  ne  bulacaksınız . ‘’ Bu  soruya  hızlı  yanıt , orada  başka  pek  çok  şey  bulacağınızdır . Luther , İncil’in  tümünü  daha  iyi  tanıdıkça , kitabın  İsa’yla  çok  az  ilgisinin  olduğunun  farkına  vardı. Yeni  Ahit’te  bile , diğerlerinden  daha  fazla  İsa  odaklı  kitaplar  mevcuttu. Bu , onu  geçen  yıllar  süresince  yeni  bir  açıklamacılık  keşfetmeye  zorladı . Luther’in  çözümü , bir  ‘’ kanon  içinde  kanon ‘’ yaratmak  oldu . Çağının  adamı  sıfatıyla  özellikle  Paul’a  ilgi  duydu . Yuhanna’nın  gospelini  ve  Petrus’un  ilk  mektubunu  ayrıcalıklı  tutarken , İbraniler , James  ve  Yahuda’nın  Mektupları  ve  Vahiy’i  dışarıda   bıraktı. Aynı  ölçütü , Eski  Ahitte  de  uyguladı: Apokrifayı  attı ; tarihsel  kitaplar  ile  Tevrat’ın  ilk  beş  kitabının  yasa  kısımlarına  çok  az  yer  ayırdı . Bununla  birlikte  Tekvini  kişisel  kanonuna  aldı , çünkü , Paul  ondan , İsa’nın  gelişini  gören  peygamberlerle  birlikte  alıntı  yapmıştı . İlahiler  de , Luther’in  Paul’u  anlamasına  yardım  ettiği  için  kanona  girdi .
            Luther , İlahiler  Kitabı  üzerine  ilk  derslerinde  ‘’ Erdem ‘’  kelimesinin  anlamı  üzerine  düşünmeye  başladı . Hıristiyanlar , Davut’un  kraliyet  soyu  ilahilerini , geleneksel  açıdan , İsa’nın  doğrudan  kehanetleri  görerek  okumuşlardı . Bu  sebeple  örneğin : Tanrım , adaletini  krala , kendi  erdemini  de  kraliyet  oğluna  ver ‘’ ayeti , İsa’dan  bahsediyordu . Bununla  birlikte  Luther’in  vurgusu  farklıydı . ‘’Erdeminde  beni  yarat ‘’ yakarısı , İsa’nın  babasına  ettiği  bir  duaydı . Bununla  birlikte , ahlaksal  mantığa  göre  bu  kelimeler , İsa’nın  kendi  erdemini  ihsan  ettiği  bireyin  yaratılışına  denk  geliyordu . Luther  yavaş  yavaş  erdemin  Tanrı  zarafeti  için  bir  önkoşul  değil , metni  doğrudan  kendi  ruhani  ikilemine  bağlayan  ilahi  bir  hediye  olduğu  fikrine  ilerledi : Tanrı , insanlara  kendi  adaletini  ve  erdemini  vermişti .
            Luther’in  öğretmenleri  ‘’ Tanrı’nın  Erdemini’’  ona , günahkarı  mahkum  eden  ilahi  adalet  olarak  anlamayı  öğretmişlerdi . Bu  nasıl  müjde  olabilirdi . Ayrıca , Tanrı’nın  adaletinin  inançla  ne  ilgisi  vardı ? Luther  metin  üzerine  geceli  gündüzlü  bir  tefekküre  daldı  ve  sonunda  ışığı  gördü : İncil-i   Şerif’teki  ‘’ Tanrı’nın  Erdemi ‘’ , günahkarın  üstünü  Tanrı’nın   kendi  iyiliğinde  örten  ilahi  merhametti . Günahkarın  tek  ihtiyacı  inançtı . Luther’in  tedirginliği  artık  dağılmıştı . Bundan  sonra  kutsal  metnin  tamamı  yeni  bir  anlam  edindi . Korkuya  gerek  yoktu . Günahkar  inanç  sahibi  olduğu  sürece  ‘’ İsa  benim  için  yeterince  şey  yaptı . O , adaletlidir . O , benim  savunmamdır .  O , benim  için  öldü . O , erdemini  benim  erdemim  kıldı ‘’ diyebilirdi . Luther , ‘’inanç’’  derken , ‘’iman’’ dan  bahsetmiyor , bir  güven  davranışını  ve  benlikten  vazgeçmeyi  kastediyordu : ‘’ İnanç ‘’, bilgi , ilim  ve  kesinlik  değil , özgür  iradeyle  teslimiyet  ve  ( Tanrı’nın ) hissedilmemiş , denenmemiş  ve  bilinmeyen  iyiliği  üzerine  coşkuyla  bahse  girmeyi  gerektirir .
            31  Ekim  1517’de  Luther , Wittenberg’de  kilisenin  kapısına  95  maddelik  tezini  asarak  endoljans  satışlarını  ve  Papa’nın  günahları  bağışlama  iddiasını  protesto  etti . İlk  tez , İncil’in  yetkesini  dinsel  geleneklerin  karşısına  çıkarıyordu : ‘’ Efendimiz  ve  büyük  İsa  Mesih  ‘ Tövbe  et  ‘ dediğinde , inananların  tüm  yaşamının  tövbekar  olmasını  istedi .’’ Luther , Erasmus’tan  öğrendiği ‘kefaret  öde ‘  sözünün , Hıristiyan  kişinin  tüm  benliği  için  bir  dönüşüm   anlamına  geldiğini  öğrenmişti . Bu  günah  çıkartmaya  gitmek  anlamına  gelmiyordu . Kilisenin  herhangi  bir  pratiği  ya da  geleneği  İncil’in  desteğini  almadığı  sürece  ilahi  yaptırım  iddiasında  bulunamazdı . Luther  teoloji  profesörü  Johann  Eck’le  birlikte  1519’da  tartışmalı  yeni  kuramı  ‘’ sadece  ve  yalnızca  kutsal  kitap ‘’  tezini  ilk  kez  öne  sürdü . Eck , Luther’e  İncil’i  papalar , konseyler  ve  üniversiteler  olmadan  nasıl  anlayabileceğini  sordu . Luther’in  yanıtı şöyleydi  : ‘’ Kutsal  metinle  donanmış  basit bir  adama , kutsal  metne  sahip  olmayan  bir  papa  yada  bir  konseyden  daha  çok  inanılır .’’ Bu , daha  önce  görülmemiş  bir  iddiaydı . Yahudiler  ve  Hıristiyanlar  her  zaman  miras  alınan  geleneğin  kutsal  önemini  savunmuştu . Yahudiler  için  sözel  Tevrat , yazılı  Tevrat’ın  anlaşılmasında  elzemdi . Yeni  Ahit  yazılmadan  önce  İncil-i  Şerif  söz  üzerinden  anlatılmıştı  ve  Hıristiyanların  kutsal  metni  Yasa  ve  Peygamberler  olmuştu . 4.yy.’da  yeni  ahit  bitirildiğinde  kiliseler  kutsal  metne  olduğu  kadar  kendi  ilkelerine , ayinlerine  ve  kilise  konseyinin  bildirilerine  yaslanmışlardı . Ama  inancın  köklerine  dönme  yolunda  bilinçli  bir  çaba  olan  Protestan  reformu  sadece  ve  yalnızca  kutsal  kitap  fikrini  en  önemli  ilkelerinden  biri  yaptı. Aslında  Luther  bizzat  geleneği  reddetmemişti . Ayin ve  ilkeleri  kutsal  metinle  çelişmedikleri  sürece  kullanmaya  hazırdı  ve  İncil’in  esasen  sözel  olarak  vaaz  edildiğinin  farkındaydı . Ona  göre  İncil’in  yazıya  dökülmesinin  sebebi  sapkınlık  tehlikesiydi  ve  bu  ideal’ den  kopmayı  temsil  ediyordu . İncil-i  Şerif  sözlü  bir  çağrı  olarak  kalmalıydı . Tanrı’nın  Sözü  yazılı  bir  metinle  sınırlanamazdı , vaazla , derslerle , ağıt  ve  ilahilerle , insan  sesiyle  yaşamın  içine  dahil  edilmeliydi . Ama  ağızdan  çıkan  Söze  bağlılığına  rağmen , Luther’in  muhtemelen  en  büyük  başarısı  Almanca  İncil  tercümesidir . Luther  öldüğünde, yetmiş  Alman’dan  biri  anadilindeki  Yeni  Ahit’e  sahipti  ve  Luther’in  Almanca  İncil’i  Alman  namusunun  bir  simgesi  haline  geldi . Avrupa’da  16.  ve  17.  Yy.larda  krallar  ve  prensler  papalıktan  bağımsızlıklarını  ilan  etmeye  ve  mutlak  monarşiler  kurmaya  başladılar . Anadildeki  İncil , gelişme  sürecindeki  ulus  iradesinin  simgesine  dönmüştü .
            Zwingli  ve  Calvin  de reformlarını  sola  scriptura  (sadece  ve yalnızca  kutsal  kitap)  ilkesine  temellendirdiler  fakat  Luther ile  birçok önemli  açıdan  farklılık  sergilediler . Teolojiyle  daha  az , Hıristiyan  yaşamının  sosyal  ve  politik  dönüşümüyle  daha  çok  ilgiliydiler . İncil’i  orijinal  dillerde  okumanın  önemini  ısrarla  vurguladılar  fakat  Luther’in ‘kanon  içinde  kanon  fikrini  onaylamadılar. İkisi  de  cemaatlerinin  İncil’in  tümünden  haberdar  olmalarını  istiyordu . Calvin , İncil’in  basit , eğitimsiz  insanlar  için  yazıldığına  ve  bilginler  tarafından  bu  insanlardan  çalındığına  inanıyordu . Ama  bilginlerin  rehberliğine  ihtiyacı  olduğunun  farkındaydı . Vaizler , rabbinik  ve  patristik  yorumlar  konusunda  eğitim  almalı  ve  çağdaş  ilimle  ilgilenmeliydi . Bir  İncil  pasajını  daima  orijinal  bağlamında  görmeli  fakat  aynı  zamanda  da  İncil’i  cemaatlerinin   gündelik  ihtiyaçlarıyla  ilişkili  kılmalıydılar . Calvin’in  klasik  kültüre  ayıracak  zamanı  yoktu . Hz.  İsa’nın  kutsal  metnin  odak  noktası  ve  Tanrı’nın  nihai  görüntüsü  olduğu  konusunda  Luther’le  hemfikirdi. Ama  İbrani  İncil’ine daha  çok  saygı  duyuyordu . Tanrı’nın  açımlanışı ,yavaş , evrimsel  bir  süreçti ; Tanrı, tarihlerinin  her  evresinde , kendi  gerçeğini  insanların  sınırlı  kapasitelerine  uyarlamıştı . Tanrı’nın  İsrail’e  verdiği  öğreti  ve  rehberlik  zaman  içinde  değişmiş  ve  gelişmişti . Hz.  İbrahim’e  verilen  din, Torah’ın  Hz. Musa  yada  Hz.  Davud’a  ihsan  ettiğinden  daha  basit  bir  toplumun  ihtiyaçlarına  göre  biçimlendirilmişti . Vahiy  git  gide  daha  net , Hz.  İsa’ya  daha  odaklı  hale  gelmiş  ve  Hz.  İsa’nın  gözlerine  doğrudan  bakmış  Vaftizci  Yahya’nın  zamanına  ulaşmıştı . Bununla  birlikte  Eski  Ahit , Luther’in  öne  sürdüğü  gibi , sadece  Hz.  İsa  hakkında  değildi . İsrail’le  yapılan  anlaşma  kendi  bütünlüğüne  sahipti ; aynı  Tanrı’dan  gelmişti  ve  Tevrat  incelemesi , Hıristiyanlara  İncil’i  anlamak  için  yardım  edecekti. Calvin  en  etkin  Protestan  reformcularından  biri   haline  gelecek  ve  özellikle Anglosakson  dünyasında  Musevi  kutsal  metinlerini  Hıristiyanlar  için  daha  önce  hiç  olmadığı  kadar  önemli  kılacaktı .
            Calvin , İncil’de  Tanrı’nın  bizim  sınırlarımıza  indiğine  işaret  etmekten  hiç  bıkmadı . Söz  söylendiğinde  içinde  bulunduğu  koşullarca  benimsenirdi . Dolayısıyla  İncil’in  daha  zor  anlaşılan  hikayeleri , süre  giden  zaman  içerisinde  bir  aşama  olarak , bir  bağlantı  içinde  görülmeliydi . Bu  hikayeleri  alegorik  açıdan  açıklamaya  gerek  yoktu . Calvin  modern  bilime  de  saygı  duyuyordu . Bilim , basit  bir  biçimde  sırf  ‘’ kimi  çılgınlar  kendilerine  bilinmez  gelen  her  şeyi  reddettiği  için ‘’ suçlanamazdı . ‘’ Çünkü   astronomi , sadece  zevkli  değil , ayrıca  bilinme  anlamında  yararlıdır . Bu  sanatın , Tanrı’nın  takdire  değer  bilgeliğini  açığa  çıkardığı  inkar  edilemezdi .’’ Kutsal  metnin  bilimsel  bir  gerçeği  öğretmesini  beklemek  saçmaydı . Astronomi  hakkında  bir  şeyler  öğrenmek  isteyen  biri , başka  bir  yere  bakmalıydı . Doğal  dünya  Tanrı’nın  ilk  açığa  çıkışıydı  ve  Hıristiyanlar ,    yeni  coğrafi , biyolojik  ve  fiziksel  bilimlere  dini  faaliyetler  olarak  bakmalıydı .
            1492 ‘de  Avrupa’daki  son  Müslüman   kalesi  Granada  Krallığı  fethedildi . Yahudi  ve  Müslümanlara  Hıristiyanlığa  geçme  yada  sürgün  seçenekleri  verilmişti . Sürgünü  seçen  pek  çok  Yahudi  Osmanlı  İmparatorluğuna  sığınmış  ve  Filistin’e  yerleşmişti . İspanyol  Yahudiler  için  vatanlarını  kaybetmek , tapınağın  yıkılışından  beri  insanlarının  başına  gelen   en  büyük  felaketti . Her  şeyin  ters  gittiğini  düşündüler  ve  bütün  dünyaları  çöktü . İsaac  Luria  (1534-72 ) Tekvin’in  ilk  bölümü  ile  hiçbir  benzerlik  taşımayan  kabalacı  bir  mit  geliştirdi . Tanrı , yaratım  sürecine  gönüllü  sürgüne  gitmekle  başlıyordu . Lurianın  kabalasında , İncil’in  literal , yüzey  anlamı , ilksel  felaketin  bir  belirtisiydi . Hz.  Adem  yaratıldığında  ruhani  bir  varlıktı , ancak  günah  işlediğinde  ‘büyük  ruhu’  sarsılmış  ve  doğası  daha  maddi  hale  gelmişti . Bu  felaketten  sonra , insanlık  daha  farklı  bir  Tevrat’a  ihtiyaç  duymuştu . Emirler , kirli  maddeyi  kutsal  maddeden  ayırmak  için  fiziksel  eylemler  talep  ederken , ilahi  harfler , şimdi  insanlarla  ve  dünyevi  meselelerle  bağ  kuran  kelimeler  meydana  getiriyorlardı . ‘’ Dindar  insanlar , şimdi  emirlerin  maddi  edimi  içinde  hareket  ediyorsa , eskiden  ruhun  Cennetsel  giysisinde  hareket  ediyorlardı . Öyleyse , Tanrı’nın  insanı  yarattığı  gün  niyetlendiği  gibi  hareket  et  ‘’  diye  açıklıyordu  Luria . Luria’nın  yaratılış  öyküsünü  mitsel  olarak  yeniden  yazışı , Yahudilere , öfke  ve  ümitsizliğe  yenilebilecekleri  bir  dönemde  bir  coşku  ve  iyilik  ruhu  geliştirmelerinde  yardımcı  olmuştu .
            Yeni  disiplin  sola  scriptura  Avrupalı  Hıristiyanlar  için   bunu  yapamayacaktı . Luther , büyük  başarısından  sonra  bile  ölümden  korkmaya  devam  etti . Papa , Türkler , Yahudiler , kadınlar , isyankar  köylüler , skolastik  filozoflar  ve  teololoji  karşıtlarının  her  birine  karşı  sürekli  bir  öfke  içindeydi . Zwiingli’yle , Hz.  İsa’nın  son  yemekte  Aşai  Rabbani  Ayinini  başlatırken , ‘’ Bu  benim  bedenim  ‘’  derken  ne  demek istediği  üzerine  şiddetli bir  tartışmaya  girdi . Calvin , bu  iki  reformcunun  zihinlerini  bulandıran  ve  kaçınılması  gereken  bir  anlaşmazlığa  yol  açan  öfkeden  dehşete  düştü : ‘’ İki  taraf  da , tutku  olmaksızın  hakikati  nerede  bulabilecekse  oraya  doğru  takip  etmek  için  birbirini  dinleme  konusunda  sabır  göstermekte  başarısız  olmuştur . Zihinleri  karşıtlıklarının  aşırı  şiddetiyle  çileden  çıkmasaydı, anlaşmazlığın  aslında  o  kadar  büyük  olmadığı,  uzlaşmanın  basitçe  sağlanabileceği  görülürdü . Yorumcuların , İncil’in  her  bir  pasajı  hakkında  fikir  birliğine  varmaları  imkansızdı ; anlaşmazlıklar  alçak  gönüllülükle  ve  açık  görüşle  yürütülmeliydi . Bununla  birlikte , Calvin’in  kendisi  de  her  zaman  bu  yüksek  standartlara  uyum  sağlamadı ; kendi  kilisesinde  muhalifleri  idama  hazırdı .
            Protestan  reformu  Batıda  ortaya  çıkmaya  başlayan  yeni  kültürün  pek  çok  idealini  ifade  etmiştir . Ekonomisi , daha  önceki  uygarlıklardaki  gibi  artan  tarım  üretimi  miktarı  yerine  kaynakların  bilimsel  ve  teknolojik  karşılanmasına  ve  sermayeye  sürekli  yatırıma  dayanacaktı . Bu  toplum  üretken  olmak  zorundaydı  ve  Calvin’in  teolojisi , iş  ahlakını  desteklemekte  kullanılacaktı . Bireyler , matbaacılar , fabrika  çalışanları , ofis  katipleri  gibi  konumlarda  alçakgönüllü  bir  düzeyde  de  olsa  katılım  göstermeliydi . Böylece , eğitim  ve  ilim  payı  kazanacaklardı . Bu  da  devletin  karar  verme  sürecinde  daha  büyük  bir  pay  talep  etmelerine  varacaktı . İnsanlar  kutsal  metni  artık  modern  bir  biçimde  okuyorlardı . Protestanlar  tek  başlarına Tanrı’nın  önünde  duruyor , sadece  İncil’e  dayanıyorlardı . Ama  bu , tüm  Hıristiyanların  bireysel  kopyaları  edinmesini  sağlayan  matbaanın  keşfi  ve  kitabı  okumaları  için  yeterli  ilmi  yetiyi  kazanmalarından  önce  imkansızdı . Bir  zamanlar  ilahi  Logos’un  kopyaları  gözüken  kutsal  metin  kelimeleri  esrarlı  boyutlarını  kaybetti . Ama  Hıristiyanları  dinsel  uzmanların  gözetiminden  kurtaran  sessiz , bireysel  okuma , modern  ruhun  vazgeçilmezi  haline  gelecek  bağımsızlığı  ifade  ediyordu .
            Sola  scriptura , tartışmalı  olmakla  birlikte , soylu  bir  idealdi . Buna  karşın  uygulamada , herkesin  bu  aşırı  karmaşık  belgeleri  diledikleri  gibi  yorumlayabileceğine  dair  Tanrı  vergisi  bir  hakkı  olduğu  anlamına  geliyordu . Her  biri  sadece  kendisinin  İncil’i  anladığını  iddia  eden  Protestan  mezhepleri  hızla  çoğaldı . 1534  yılında  Munster’deki  radikal  bir  grup , çokeşliliğe  izin  veren , her  türlü  şiddeti  ve  özel  mülkiyeti  yasaklayan , bağımsız  bir  teokratik  ulus  kurdu . Bu  kısa  ömürlü  deney  sadece  bir  yıl  sürdü  fakat  reformcuları  alarma  geçirdi . İncil  okumalarını  kontrol  altında  tutacak  yetke  sahibi  bir  bünye  olmazsa , kimin  doğru  olduğunu  nereden  bileceklerdi ? Luther  şöyle  sordu : ‘’ Kim  vicdanımıza  hangi  tarafın  Tanrı’nın  sözünü  öğrettiği  konusunda  kesin  bilgi  verecek ? Biz  mi , karşıtlarımız  mı? Her  fanatik  istediğini  öğrenme  hakkına  sahip  mi ? Calvin  bu  görüşe  katıldı : ‘’ Herkes  bu  mesele  üzerinde  karar  verme  ve  son  sözü  söyleme  hakkına  sahipse , hiçbir  şey  kesin  belirlenemeyecek  ve  dinimiz  tutarsızlıkla  dolacaktır .
            17. yy. da  Avrupa  politik  oluşuma  duyulan  ihtiyaç  nedeniyle  çıkmış  savaşlarla  sarsıldı . Eski feodal  krallıklar , başlangıçta , güç  kullanarak  birlik  kabul  ettirebilen  etkin , merkezi  devletlere  dönüştürülmeliydi . Modernizasyon  geliştikçe , İngiltere  gibi  ülkelerdeki  Protestan  hükümdarlar  devlet  düşmanı  diye  nitelendirilen  Katolik  yurttaşlarına  karşı  zalimleşti . Militan  Kalvinizm  ile  yeniden  canlanmış , reforme  edilmiş  Katolikliğin  yüzleşmesi  ile  karmaşıklaşmışsa  da , sözde  Din  Savaşları  ( 1618-48) aslında  Fransa  Kralları  ile  Alman  Prensleri  arasında , Kutsal  Roma  İmparatorluğu  ve  papalıktan  politik anlamda  bağımsızlaşmak  adına  meydana  gelmiş  otuz  yıllık  bir  çatışmaydı . Modernleşme , aşamalı  ve  yetki  verici  unsurlar  içeriyordu  ama  bir  hoşgörüsüzlüğe  de  sahipti . Bu  yeni  Batılı  toplumu  zalim  ve  istilacı  yönüyle  tadacak  insanların  bazıları  için  özgürlük , bazıları  için  kölelik  demekti . 1620’de  kendilerini  Anglikan  düzeni  tarafından  zulme  uğramış  hisseden  bir  grup  radikal  Kalvinist  Yeni  Dünya’ya  göç  ettiler . Calvin’in  Eski  Ahit’e  duyduğu  ilgiyi  miras  almışlardı  ve  özellikle , kendi  projelerinin  literal  bir  tatmini  gibi  görünen  Çıkış  hikayesiyle  ilgiliydiler . İngiltere  onların  Mısır’ı , okyanusu  aşmaları  ise  yabanda  dolanmalarıydı ; artık  Yeni  Kenan  olarak  isimlendirdikleri  Vaat  Edilmiş  Topraklara  ulaşmışlardı .
            Göçmenler  kolonilerine  İncil’den  isimler  verdiler . Önderleri  konumuna  yükselen  John  Winthrop  1630’da  gemiye  bindiğinde , birlikte  yolculuk  edeceği  insanlara  Amerika’nın , İsrail  olduğunu  duyurdu . Eski  İsrailliler  gibi , toprağı  sahipleneceklerdi . O , Musa’nın  Tesniye’deki  kelimelerinden  alıntılar  yaptı ; Göçmenler , Tanrı’nın  emirlerini  izlerlerse  başarıya  ulaşacak , boyun  eğmezlerse  yok  olacaklardı . Toprağı  sahiplenmeleri  onları  yerlilerle  karşı  karşıya  getirdi . Bu  durum  için  de  kutsal  metinde  bir  emir  buldular . Sonraki  koloniciler  gibi , bazıları  yerlilerin  kaderlerini  hak  ettiğine  inanıyordu . Ne  çalışkandılar , ne  de  toprağa  yada  ürünlerine  şifa  olacak  sanata , bilime , yetiye  yada  beceriye  sahiplerdi . Eski  patriklerin  dar  yerlerden  daha  geniş , toprağın  bomboş  ve  harap  halde  olduğu  ve  kimsenin  onu  kullanmadığı  yerlere  geldikleri  gibi . Öyleyse , artık  kimsenin  onu  kullanmaya  çalışmadığı  bir  toprağı  almak  meşruydu . Koloniciler  direnen  yerlileri  ‘’ İsrail’e  karşı  ittifak  eden ‘’  ve  dolayısıyla  ‘’ yok  edilmeleri  gereken ‘’  Amalekitler  ve  Filistinlilerle  karşılaştırdı . Ama  yerleşimcilerden  bazıları , yerlilerin , Asurlular  tarafından  M.Ö.  722’de  sürülen  İsrail’in  on  kayıp  kabilesinden  biri  olduğu  görüşündeydi . Paul , Yahudilerin  son  gelmeden  önce  Hıristiyanlığı  kabul  edeceklerini  öngördüğü  için , yerlilerin  din  değiştirmesi , Hz.  İsa’nın  İkinci  Gelişini  hızlandıracaktı .
            Kolonicilerin  çoğu , Amerika’ya  göçlerinin  son  günlere  bir  giriş  olduğunu  düşünüyordu . Kolonileri , İşaya  tarafından  önceden  görülmüş  ‘’ tepedeki  şehir ‘’ ( İşaya 2-1. ..6.) , yeni  bir  barış  ve  mutluluk  çağının  başlangıcıydı . 1654’de  Edward  Johnson  bir  New  England  tarihi  yayınladı : ‘’Bilin  ki  burası , Tanrı’nın  yeni  bir  cennet  ve  bir  dünya  ve  beraberce bir  ortak  refah  yaratacağı  yerdir . Bunlar , Mesih’in  görkemli  yenilenişinin  ve  kiliselerin  hiç  olmadığı  denli  haşmetle  kuruluşunun  başlangıcından  başka  şeyler  değildir . Bu  nedenle  o , varlığını  göz  kamaştıran  parlaklığının  akdine  halkının  coşkusunun  alevli  kadehine  yol  açmıştır  ki  bu  andan  itibaren  parlaklık  dünyanın  pek  çok  yerinde  hissedilmiştir .’’
            Britanya’ya  karşı  yürütülen  bağımsızlık  savaşının  liderlerinden  Benjamin  Franklin  ulusun  simgesinin  Kızıldeniz’in  ikiye  ayrılışını  resmetmesini  istedi  fakat  Amerikan  simgesi  haline  gelen  kartal  sadece  eski  bir  imparatorluk  amblemi  değil , aynı  zamanda  da  Çıkış’la  bağlantılıydı . ‘’Mısırlılara  ne  yaptım  ve  sizi  nasıl  kartal  kanatları  üzerinde  taşıdım  ve  sizi  kendime  getirdim , gördünüz .’’ (Çıkış  19- 4.) Diğer  ülkelerden  de  göçmenler , Mormonlar , zulümden  kaçan  Yahudiler aynı  şekilde  Çıkış  hikayesinden  esinlendiler . Tanrı , onları  zulümden  kurtarmış  ve  kimi  zaman  başkalarının  canı  pahasına  onlara  yeni  bir  toprak  vermişti . Bugün  pek  çok  Amerikalı  hala  kendilerini  belirli  bir  kadere  sahip  seçilmiş  insanlar  olarak  nitelendirmekte  ve  uluslarını  dünyanın  geri  kalanı  için  bir  yol  gösterici  görmektedir . Önemli  bir  sayıda  Amerikalı  Protestan  ise  İsrail’le  güçlü  bir  kimlik  bağı  hissetti . Amerikalılar  bağımsızlık  ve  özgürlüğe  adanmışsalar  da , iki  yüz  yıl  boyunca  ortalarında  köle  edilmiş  bir  İsrail  bulundu .
            1619’da  bir  Hollanda  gemisi , Batı  Afrika’da  tutsak  edilen  ve  zorla  Amerika’ya  nakledilen  20  zenciyle  Virginia  sahiline  demir  atmıştı . 1660’a  gelindiğinde  bu  tür  Afrikalıların  durumu  tanımlandı . Onlar  alınıp  satılabilecek , kırbaçlanıp  zincirlenebilecek  ve  kabilelerinden , eşleri  ve  çocuklarından  ayrılabilecek  kölelerdi . Hıristiyanlıkla  köle  olarak  tanıştırıldılar  ve  Çıkış ; onların  da  öyküsü  haline  geldi . İlk  başta  muhtemelen  geleneksel  dinlerini  korumuşlardı . Efendileri , onların  din  değiştirmeleri  konusunda  ihtiyatlıydı  çünkü  özgürlük  ve  temel  insan  haklarını  talep  etmek  için  İncil’i  kullanabilirlerdi . Ama  Hıristiyanlık , vaizler  kutsal  metinden  köleliği  gerekçelendirmek  için  alıntı  yaptığı  için , kölelere  iğrenç  derecede  ikiyüzlü  gelecekti . Vaizler , Nuh’un  torununa , Ham’ın  oğlu  Kenan’a , yani  Afrikalıların  atasına  okuduğu  lanetten  alıntı  yapıyorlardı : ‘’ O , kardeşinin  aşağılık  kölesi  olacak .’’ ( Tekvin  9- 25. ) Paul’ün , kölelerin  efendilerine  itaat  etmeleri  yönündeki  buyruklarına  atıfta  bulunuyorlardı . ( Efesliler  6- 5.) Ama  1780’lerde , Afrika kökenli  Amerikalı  köleler , İncil’i  kendi  terimleriyle  yeniden  tanımlayacaklardı .
            ‘’Ruhani’’  yani , Afrika  ibadetini  tanımlayan  ayak  vurmalar , el  çırpmalar , ağlamalar  ve  feryatlar  eşliğinde  okunan  İncil  temalı  şarkı , Hıristiyanlıklarında  merkeziydi . Kölelerin  sadece  yüzde  beş  kadarı  okuma-yazma  biliyordu ; bu  sebeple  ‘’ ruhaniler ‘’  kelimelerin  literal  algısı  yerine  İncil  öyküsünün  özüne  odaklandı . Luther  gibi  onlar  da doğrudan , Yakup’un  melekle  güreşmesi , Yeşua’nın  vadedilmiş  topraklara  girmesi , Aslan’ın  inindeki  Danyal  ve  Hz.  İsa’nın  acı  çekişi  ve  yeniden  dirilişi  gibi  kendi  durumlarına  seslenen  hikayelere  odaklanarak  kendi  ‘’ kanon  içinde  kanonlarını ‘’ yarattılar . Ama  en  önemli  anlatı , Çıkış’tı . Amerika  kölelerin  Mısır’ıydı  fakat  bir  gün  Tanrı , onları  özgür  kılacaktı :
 İsrail  Mısır  toprağındayken
Ey , bırak  gitsin  halkım !                                                                                                                                                       Öyle  zulüm  gördüler  ki  ayakta  duramıyorlardı                                                                               
Ey , bırak  gitsin  halkım !
Ey  Musa  aşağı  in , Mısır  toprağına
Ve  söyle  Kral  Firavuna
Bıraksın , gitsin  halkım !
            Köleler , Çıkış  öyküsünü , bilinçlerini  yükseltmek , içinde  yaşadıkları  insanlık  dışı  şartlara  dayanabilmek  ve  adalet  talep  etmek  adına  yardım  etmesi  için  kullandılar . Ruhaniler , Abraham  Lincoln’ın  köleliği  kaldırmasından  çok  sonraya  kadar  yaşadı . Çıkış  öyküsü  1960’lardaki  sivil  haklar  hareketi  sırasında  Martin  Luther  King  Jr’a  ilham  verdi. King  ve  Malcolm  X  suikastlarından  sonra , siyah  özgürleşme  ilahiyatçısı  James  Hal  Cone ; Hıristiyan  teolojinin , zulüm  görenlerin  durumuyla  tamamen  özdeşleşen  ve  bu  insanların  özgürlük  savaşının  ilahi  niteliğini  doğrulayan  siyah  teoloji  haline  gelmesi  gerektiğini  ileri  sürdü .
            Bir  metin , tamamen  karşıt  çıkarlara  hizmet  etmek  üzere  yorumlanabilirdi . İnsanlar , İncil’i  maneviyatlarının  odağı  yapma  konusunda  teşvik  edildikçe , temel  bir  mesaj  bulmak  da  o  kadar  zor  hale  geldi . Afrika  asıllı  Amerikalılar  özgürlük  teolojilerini  İncil  üzerine  kurarken , aynı  zamanda  Ku  Klux  Klan , İncil’i  siyahları  linç  etmeyi  gerekçelendirmek  için  kullanıyordu . Çıkış  hikayesi  herkes  için  özgürlük  demek  değildi . Musa’ya  yabanda  isyan  eden  İsrailliler  yok  edilmişti ; yerli  Kenanlılar  Yeşua’nın  orduları  tarafından  katledilmişti . Siyah  teologlar , İsraillilerin  köle  sahibi  olduklarına ; Tanrı’nın , kızlarını  köle  olmaları  için  satmalarına  izin  verdiğine  ve  Tanrı’nın , İbrahim’e  de  Mısır’ lı  köle  kız  Hacer’i  yabanda  terk  etmesini  buyurduğuna  işaret  ettiler . ( Çıkış  21- 7…11 , Tekvin  16- 21. , 8- 21. ) Sola  scriptura , insanları  İncil’in  yoluna  yönlendirebilirdi  fakat  asla  mutlak  bir  emir  veremezdi . İnsanlar  her  zaman  karşıt  bir  bakış  açısını  destekleyecek  alternatif  metinler  bulabilirdi . 17.  Yy.’ a  gelindiğinde , dindar  insanlar  keskin  bir  şekilde  İncil’in  epey  akıl  karıştırıcı  bir  kitap  olduğunu  fark  etmeye  başlamışlardı  ve  bu , netlik  ve  akılcılığın  daha  önce  hiç  olmadığı  kadar  övüldüğü  bir  zamandı .
            17. yy.  sonlarına  gelindiğinde  Avrupalılar  akıl  çağına  girmişti . Alimler  başarılmışı  muhafaza  etmek  yerine , öncülere  ve uzmanlara  dönüşüyordu . Aydınlanma  adıyla  bilinen  felsefi  hareketin akılcılığı  analitik  bir  düşünce  biçimini  teşvik  etti . İnsanlar , şeyleri  bütün  halinde  görmeye  çalışmak  yerine , karmaşık  bir  gerçekliği  parçalara  ayırıp  onu  oluşturan  kısımları  incelemeyi  öğreniyordu . Tüm  bunlar   insanların  İncil’i  okuma  biçimleri  üzerinde  derin  bir  etki  yaratacaktı .
           Bacon  (1561-1626 ) en  kutsal  kuramların  bile  deneye  dayalı  bilimin  sıkı  yöntemlerine  tabi  tutulmasının  gerektiğini öne  süren  ilk  kişiydi . Bunun  anlamı , inançlar  algılarımızın  kanıtıyla  çelişiyorsa , onlardan  vazgeçmekti . Bilimden  büyülenen  Bacon , bilimin  dünyayı  kurtaracağını  ve   peygamberlerce  önceden  söylenmiş  bin  yıllık  krallığı  başlatacağını  düşünüyordu. O  halde , bilimin gelişimi   yüreksiz , basit  ruhban  sınıfı  tarafından  engellenemezdi .
            Yeni  hümanizm  dine  karşı  gittikçe  daha  muhalifleşiyordu . Fransız  filozof  Descartes (1596-1650) vahiyle  verilmiş  kutsal  metne  gereksinilmediğini , çünkü  aklın  bize  Tanrı’yla  ilgili  bolca  bilgi  sunduğunu  ileri  sürdü . İngiliz  matematikçi  İsaac  Newton  (1642-1727)  İncil’den  çok  az bahsetti , çünkü , Tanrı  bilgisini , evren  üzerine  yaptığı  yoğun  çalışmadan  alıyordu . Aydınlanmanın  kurucularından  John  Locke’un  (1632-1704)  benimsediği  yeni  Deizm  inancı  sadece  akla  dayanıyordu . İmmanuel  Kant  (1724-1804)  ilahi  bir  biçimde  kendini  gösteren  İncil’in , insanoğlunun  özerkliğini  ve  özgürlüğünü  ihlal  ettiğini  düşünüyordu . İskoç  David  Hume  (1711-1776) , algılayabildiğimizin  dışında  bir  şeylerin  varlığına  inanmak  için  bir  sebep  bulunmadığını  ileri  sürdü . Filozof  ve  eleştirmen , romancı  Denis  Diderot  (1713-1789)  Tanrı’nın  var  olup  olmadığını  umursamazken , Paul Heinrich  (1723-1789)  ise  doğaüstü  bir  Tanrı’ya  inanmanın  bir  korkaklık  ve  ümitsizlik  eylemi  olduğunu  iddia  edecekti .
Almanya’daki  fakir  bir  Tevrat  eğitimcisinin  zeki  oğlu  Moses  Mendelssohn  (1729-1786) kendisine  bir  sağduyu  meselesi  gibi  görünen  yardımsever  Tanrı  fikrini  kabul  ediyordu. Museviliği moderniteye  uygun, akılcı  bir  inanç  halinde  sunan  bir  Yahudi  aydınlanmasını, Haskalah’ı  yarattı. Sina  dağında  Tanrı  kendini  bir  dizi  doktrinle  değil , yasayla  açımlamıştı , dolayısıyla  sadece  ahlak  kurallarıyla  ilgiliydi  ve  aklı  tümüyle  serbest  bırakmıştı . Yahudiler , yetkesini  kabul  etmeden önce, kendilerini  İncil’in  iddialarına  akılcı  bir  biçimde  ikna  etmelilerdi . Bunu  Musevilik  olarak  görmek  zordur . Mendelssohn  bunu  ruhaniliğe  uzak , akılcı  bir  kalıba  sokmaya  çalıştı . Bununla  birlikte , maskilim  ( aydınlanmış  olanlar ) adıyla  bilinen  pek  çok  Yahudi  onu  izlemeye  hazırdı . Getto’nun  entelektüel  sınırlamalarından  kurtulmak , gentile  ( Gayri  Yahudi ) topluma  girmek , yeni  bilimler  çalışmak  ve  inançlarını  kendilerine  özel  tutmak  için  şevk  duyuyorlardı .
            Ama  bu  akılcılık , Polonya , Galiçya , Belarus  ve  Litvanya  Yahudileri  arasında , moderniteye  karşı  bir  isyan  doğuran , gizemci  bir  hareket  ile  karşı  karşıya  geldi . 1735  yılında  Polonya’nın  güneydoğusundan  fakir  bir  hancı , İsrael  ben  Eliezer  (1698-1760)  ‘’İyi  ismin  ustası’’ , yani , Doğu  Avrupa’nın  kırsal  bölgelerinde  dolaşıp  Tanrı  adına  vaaz  veren  ve  imanla  tedavi  eden  biri  olduğunu  açıkladı . Polonya  Yahudileri  için  karanlık  bir  zamandı . Yahudiler  soylulara  karşı  bir  köylü  ayaklanması  sırasında  (1648-1667)  toplu  katliama  uğramışlardı  ve  hala  kırılgan  ve  ekonomik  açıdan  kötü  durumdaydılar . Eliezer  bir  reform  hareketi  başlattı  ve  Besht ; sıra dışı  durum  ustası  adıyla  tanındı . Besht , Talmud  üzerine  çalıştığı  için  değil , geleneksel  duaları  coşku  ve  konsantrasyonla  söyleyip  Tanrı’yla  vecd  halinde  birliğe  eriştiği  için  Tanrı  tarafından  ayrıcalıklı  kılındığını  ileri  sürdü . Besht , Tevrat  çalışmasının  ibadetten  öncelikli  olduğuna  inanan  Talmud  çağı  rahiplerinin  aksine  tefekkürün  üstünlüğünde  ısrarcı  oldu . Bir  haham  kendisini  kitaplarının  içine  gömüp  fakiri  ihmal  etmemeliydi . Hasidik  ruhanilik , İsaac  Luria’nın  maddi  dünyada  kapalı  kalmış  ilahi  kıvılcımlar  mitine  dayanıyordu  fakat  Besht , bu  trajik  bakışı  Tanrı’nın  her  terdeki  varlığına  yönelik  olumlu  şükretmeye  dönüştürdü . İlahi  olanın  bir  kıvılcımı  herhangi  bir  maddi  cisimde  cismin  değersizliğine  bakılmaksızın  bulunabilirdi  ve  hiçbir  eylem  ( yemek , içmek , sevişmek  yada  bir    yürütmek )  dine  saygısızlık  değildi . Bir  hasid , ebedi  Tanrı  varlığına  dair  bilincini  sürekli  ‘’ bağlılık ‘’  uygulamasıyla  geliştirirdi . Hasidikler  bu  gelişkin  bilinci , coşkun , gürültülü  patırtılı  ibadetin  yanında , tüm  benliklerini  ibadetlerine  adamalarına  yardım  eden  abartılı  hareketlerle  ifade  ettiler .
            Hasidikler , en  sıradan  nesnede  saklı  ilahi  kıvılcımı  görmek  için  maddenin  perdesinden  öteye  baktıkları  anda , İncil’in  sözlerini  çözmeyi  ve  yüzeyin  altında  saklı  ilahiliği  görmeyi  de  öğrendiler . Tevrat’ın  kelimeleri  ve  harfleri  En  Sof’un  ışığını  barındıran  damarlardı . Öyleyse  bir  hasid  metnin  safiyane  literal  anlamına  değil , açığa  çıkardığı  ruhaniliğe  odaklanmalıydı . Açık  görüşlü  bir  tavır  geliştirmeli , İncil’i  zihinsel  güçlerinde  dizginleri  ele  alarak  kendisiyle  konuşmasına  izin  vermeliydi . Besht  bir  gün  Hasidik  harekette  kendisinden  sonra  lider  konumuna  erişecek  bilgili  bir  kabalacı , Dov  Ber  (1716-1772)  tarafından  ziyaret  edildi . İki  adam  birlikte  Tevrat  üzerine  çalıştı  ve  melekler  hakkında  bir metin  üzerine  düşüncelere  daldı . Dov  Ber  bu  bölüme  daha  çok  soyut  bir  biçimde  yaklaştı  ve  Besht , ona  üzerinde  tartıştıkları  meleklere  saygı  göstermesi  için  ayağa  kalkmasını  söyledi . Dov  Ber  ayağa  kalkar  kalkmaz  ‘’bütün  ev  ışıkla  kaplandı , her  yanı  bir  ateş  sardı  ve  ikisi  de  meleklerin  varlığını  duyumsadı . Besht  Dov  Ber’e  ‘’ Yalın  okuma  tıpkı  söylediğin  gibidir  fakat  inceleme  üslubun  ruhtan  yoksundu ‘’ dedi . Aklı  selim  bir  okuma , ibadet  tavırları  ve  hareketleri  olmaksızın  görünmeze  dönük  görüşü  getirmeyecekti . Bu  tip  bir  ibadet  olmaksızın  Tevrat  çalışması  beyhudeydi .
            Dov  Ber  Hasidik  hareketin  önderliğine  gelince , ilmi  saygınlığı  pek  çok  haham  ve  alimi  harekete  geçirdi . Ama  tefsiri  artık  kuru  ve  akademik  değildi . Tilmizlerinden  biri , ‘’ Hakikatin  sözlerini  konuşmak  için  ağzını  açtığında , kesinlikle  bu  dünyadan  değilmiş  gibi  göründüğünü  ve  İlahi  Varlığın  onun  gırtlağından  konuştuğunu ‘’ söylemişti . ‘’ Tevrat’ın  en  iyi  nasıl  öğretileceğini  size  göstereceğim ‘’  derdi  Dov  Ber  ‘’ kişinin  kendi  bilincinde  olmamasıyla  değil , sesin  dünyasını  konuştuğunu  dinleyen  ama  kendi  konuşmayan  bir  kulak  gibi  olmasıyla ‘’  Tefsirci  kendini  ilahi  varlık  için  vasıta  kılmalıydı .  Tevrat  tefsirciyi  aracıymış  gibi  kullanmalıydı .
            18. yy.  sonuna  gelindiğinde  Alman  alimler  İncil  çalışmalarında  başı  çekiyorlardı . Hz.  Musa’nın  her  biri  kendine  özgü  üslupla  yazan  farklı  yazara  sahip  görünen  Tevrat’ı  yazmış  olamayacağında  hemfikirdiler . Tekvin’ de  iki  ana  doküman  bulunduğu  ileri  sürüldü . 19.  yy. dan   itibaren  Yüksek  Eleştiriyi  benimsemiş  alimler  Tevrat’ın  ilk  beş  kitabının  aslında  birbirinden  bağımsız  dört  kaynağın  bir  birleşimi  olduğuna  dair  genel  fikir  birliğine  varmıştı . Julius  Wellhausen  (1844-1918)  uzun  zamandır  kendisini  meşgul  eden  problemi  çözmüştü . Peygamberler  neden  asla  Musa  kanununa  atıfta  bulunmamışlardı ? Yahveci  ve  Elohist’in  çalışmalarına  aşina  Tesniyeci , neden  rahip  belgesine  karşı  umursamazdı ? Çalışması , çağdaşları  tarafından  eleştirel  yöntemin  zirvesi  olarak  nitelendirildi , fakat  Wellhausen’in  kendisi , araştırmanın  henüz  yeni  başladığının  farkındaydı  ve  söz  konusu  çalışma  bugün  de  devam  etmektedir .
            Bu  keşifler  Yahudi  ve  Hıristiyanların  dini  yaşamlarını  nasıl  etkileyecekti . Kutsal  metin , Hz.  İsa’ya  erişmek  için  tek  olanak  olduğu  için  Hıristiyan  yaşamının  esasıydı . Buna  karşın , yazarları  içinde  bulundukları  tarihsel  şartlar  tarafından  güdülendiklerinden  , ifadelerini  eleştirel  araştırmaya  tutmak  meşruydu . Hz.  İsa’nın  yaşamı  ilahi  bir  açımlamaydı  fakat  onu kaydeden  yazarlar  günah  ve  yanlışlara  kapılmaya  meyilli , sıradan  insanlardı . Yanlış  yapmaları  fazlasıyla  muhtemeldi . Ama  kutsal  Ruh  , kanon  kitapları  seçimlerinde  Kiliseyi  yönlendirmişti ; dolayısıyla  Hıristiyanlar  Yeni  Ahit’e  güvenebilirlerdi . Yasa  ve  Peygamberler  Yeni  Ahit  yazarlarının  kutsal  metni  olagelmişti . Ama  Schleirmacher  Eski  Ahit’in  Hıristiyanlar  için  Yeni  Ahit  kadar  yetkin  olmadığına  inanıyordu . Farklı  Tanrı , günah , erdem  görüşleri  vardı  ve  ruhtan  ziyade  yasaya  dayanıyordu . Zamanla  Eski  Ahit  bir  ilave  konumuna  bile  düşürülebilirdi . Bu  İncil  teorisi  evrensel  dini  mesajı   İncillerde  arayan , önemsiz  görünen  şeyleri  terk  eden , bu  esas  gerçekleri  modern  bir  kitleyi  çekecek  bir  üslupla  ifade  etmeye  çalışan  ve  liberalizm  adıyla  bilinen  yeni  bir  Hıristiyan  hareketi  doğurdu .
            1859  yılında  Charles  Darwin  (1809-1882)  bilim  tarihinde  yepyeni  bir  dönemi  belirleyen  Türlerin  Kökeni  isimli  çalışmasını  yayınladı . Darwin , Bacon’cu  üslupla  sadece  olguları  bir  araya  getirmek  yerine  bir  hipotez  öne  sürmüştü : Hayvanlar , bitkiler  ve  insanlar  tamamen  biçim  verilmiş  bir  halde  yaratılmamış , çevrelerine  evrimsel  uyum  sağladıkları  uzun  bir  dönem  içinde  yavaşça  gelişmişlerdi . Sonraki  bir  çalışmasında  İnsanın  Türeyişinde , Homo  sapiens’in  goril  ve  şempanze  ile  aynı  proto-maymundan  evrildiğini  ileri  sürdü . Türlerin  Kökeni  bilimsel  bir  teorinin  makul , dikkatli  bir  açıklamasıydı . Darwin  dine  saldırmak  niyetinde  değildi  ve  ilk  başta , dini  bir  tepki  de  yoktu . Yedi  Anglikan  rahip  1861’de  ‘’ Yüksek  Eleştiri’ yi ‘’ genel  okuyucuya  erişilir  kılan  çalışmayı  yayınlayınca  büyük  bir  yaygara  çıktı . Halk , Musa’nın  Tevrat’ın  ilk  beş  kitabını , Davut’un  da  İlahileri  yazmadığından  artık  haberdardı . İncil’deki  mucizeler  sadece  edebi  mecazlardı  ve  gerçek  gibi  algılanmamalıydılar . İncil’de  anlatılan  olayların  pek  çoğu  açıkça  tarihsel  değildi .
            19.  yy.  sonunda , liberal  ve  muhafazakar  Hıristiyanlar  arasında  çekişmenin  ana  noktası , Darvincilik  yerine  Yüksek  Eleştiriydi . Modern  dünyanın  akılcı  eğilimi  gitgide  artan  sayıda  Batılı  Hıristiyan’ın  mitolojinin  rolü  ve  değerine  saygı  duymasını , olanaksız  kılmadıysa  da , zorlaştırdı . Bu  sebeple , din  gerçeklerin  olgusal  olması  gerektiğine  dair  artan  bir  inanış  ve  Edebi  Tarihi  Eleştirinin  tehlikeli  bir  boşluk  bırakacağına  dair  derin  bir  korku  ortaya  çıktı .
            Bir  mucizeyi  dikkate  almadığınız  an , tutarlılık  hepsini  reddetmenizi  talep  ederdi . Luther’ci  bir  papaz  şöyle  sordu : ‘’ Yunus , balinanın  karnında  üç  gün  kalmadıysa , İsa  mezarından  gerçekten  kalkmış  mıdır ? ‘’ Rahip  sınıfı  yaygın  sarhoşluk , gittikçe  artan  suç  ve  boşanma  oranı  için  Yüksek  Eleştiriyi  suçladı .
            Mezhepler  içinde  liberallere  karşı  sayıca  çok  azaldıklarını  hisseden  muhafazakarlar  bir  araya  gelmeye  başladılar . Muhafazakarların  zihinlerini  Yüksek  Eleştiriden  arındırdıkları  İncil  Konferansı , 19. yy.’ın  son  yıllarında  ABD’de  gittikçe  popüler  hale  geldi . İnsanlar  İncil’den  artık  tamamen  yeni , o  zamana  dek  sunmuş  gibi  yapmadığı  bir  şey  bekliyorlardı . Amerikalı  Protestan  Pierson  İncil’in  gerçekten  tarafsız  ve  bilimsel  bir  ruhla  tartışılmasını  istedi : ‘’ Bir  hipotezle  başlayıp , sonradan  olgularla  felsefeyi  doğmamızın  kancasına  uyacak  şekilde  bükmeyen , bunun  yerine  öncelikle  Tanrı’nın  sözünün  öğretilerini  alan  ve  olguların  düzenlenebileceği  bir  genel  hukuk  ortaya  çıkarmanın  yollarını  arayan, Baconcu  sisteme  sahip  bir  İncil  teolojisini  seviyorum.’’ Pek  çok  geleneksel  inancın  yıpratıldığı  bir  dönemde  bu  anlaşılabilir  bir  arzuydu  fakat  İncil’in  mitleri ; Pierson’un  beklediği  bilimsel  kesinliği  hiçbir  şekilde  sağlayamazdı .   
            1881’de  Hodge  ve  meslektaşı  Warfield  İncil’in  literal  doğruluğuna  dair  bir  savunma  yayınladı . ‘’Kutsal  metinler  sadece  Tanrı’nın  Sözünü  içermez , aynı  zamanda  Tanrı’nın  Sözünün  kendisidirler . Dolayısıyla  tüm  unsurları  ve  tüm  doğrulamaları  mutlaka  yanlışsız  ve  insan  inancı  ile  itaatine  bağlıdır.’’ İncil’e  ait  her  ifade  yada  her  konu , mutlak  biçimde  ‘’ gerçeklere  sadıktı’’. İnancın  doğası  değişiyordu . Artık  ‘’güven’’  değil , bir  dizi  inanca  entelektüel  teslimiyet  vardı . Ama  Hodge  ve  Warfield  için  bu , inançsızlığın  askıya  alınışını  gerektirmiyordu  çünkü  Hıristiyanlık  tamamen  akılcıydı . Warfield  sonraları  şöyle  demişti : ‘’ Bu  kadar  yolu  akılla  geldi  ve  düşmanlarını  da  sadece  akılla  ayağının  altına  alacak .’’ Bu  tamamen  yeni  bir  başlangıçtı . Geçmişte  kimi  yorumcular  İncil’in  literal  anlamı üzerine  yapılan  çalışmayı  övmüştü  fakat  kutsal  metnin  her  bir  sözcüğünün  olgusal  anlamda  doğru  olduğuna  asla   inanmamışlardı . Pek  çoğu , dikkat  alanımızı  harflerle  sınırlandırırsak  İncil’in  imkansız  bir  metin  olduğunu  itiraf   etmişti . Ancak  Warfield  ve  Hodge’un  önderlik  ettiği  İncil’in  yanılmazlığına  dair  inanç , Hıristiyan  köktenciliği  için  can  alıcı  konuma   gelecek  ve  hatırı  sayılır  bir  reddediş  içerecekti .
            Aynı  şey , muhafazakar  Amerikan  Protestanlara  19.  yy.  sonunda  hakim  olan  yeni  apokaliptik  görüş için  de  geçerliydi .İngiliz  Nelson  Darby  (1800-1882)  Vahiy’ in  literal okunması  temelinde  Tanrı’nın  tarihin  bu  dönemini  kısa  süre  sonra  görülmemiş , korkunç  bir  felaketle  sona  erdireceğine  inanmıştı . Sondan  önceki  gelişi   Aziz  Paul  tarafından  söylenmiş  sahte  kurtarıcı  Deccal , ilk  başta  hoş  karşılanacak  ve  dikkatsizleri  yanıltacaktı . Sonra  insanlığın  üzerine  yedi  yıl  sürecek  çile , savaş  ve  katliam  salacak  ama  sonunda  Hz.  İsa  dünyaya  inecek , onu  Kudüs’ün  dışındaki  Mahşer  ovasında  yenecekti . Ardından  Hz.  İsa , Son  Yargı  tarihi  sona  erdirene  dek  bin  yıl  boyunca  dünyada  hüküm  sürecekti . Bu  teorinin  çekiciliği , gerçek  inançlıların  esirgeneceği  söylemindeydi . Darby , İkinci  Geliş’te  Hıristiyanların  Hz.  İsa  ile  tanışmak  üzere  ‘’ bulutlara  çıkarılacağını ‘’  söyleyen  Aziz  Paul’ün  ifadesini  temel  alarak , Çile’den  hemen  önce  yeniden  doğmuş  Hıristiyanların  bir  ‘’vecd ‘’  bir  ‘’kapış ‘’  yaşayarak  cennete  alınacaklarını ve böylece bitiş  zamanının  acılarından  kurtulacaklarını  ileri  sürdü .  
            Yahudi  dünyası  da  moderniteyi  benimsemek  isteyenlerle  onunla  mücadele  vermeye   kararlılar  arasında   bölünmüştü . Almanya’da  Aydınlanmayı  benimsemiş  Maksilim , getto  ile  modern  dünya  arasında  bir  köprü  olabileceklerine  inanıyordu . 19.  Yy.’ın  ilk  yıllarında  bazıları  dini  yeniden  biçimlendirmek  istedi . Ayinleri , koro  şarkıları  ve  kadın-erkek  karma  korolarla  Almanca  icra  edilen  Reform  Yahudiliği , Yahudilikten  çok  Protestanlık  gibi   gözüküyordu . Hamburg  ve  Berlin’de  Ortodoks  hahamları  tiksindiren  sinagoglar  kurulmuştu . Reformcular  modern  dünyaya  aitti . Akıldışı , gizemci  yada  gizemli  için  vakitleri  yoktu . 1840’lara  gelindiğinde , Yahudi  tarihinin  eleştirel  bir  çalışmasına  girişen  kimi  Reform  alimleri , Musevilik  Bilimi  adıyla  bilinen  bir  ekol  kurdular . Tanrı’nın  sadece  dünyaya  inerse  insan  zihninde  tamamen  fark  edileceğini  ve  tam  potansiyeline  erişebileceğini  ileri  süren  Friedrich  Hegel’in  (1770-1831)  felsefelerinden  etkilenmişlerdi . Hem  Hegel , hem  Kant , Museviliği  kötü  dinin  somut  örneği  olarak  görmüştü . Hegel , Yahudi  Tanrı’nın , katlanılmaz  yasalarına  sorgusuz  sualsiz  teslimiyet  bekleyen  bir  acımasız  olduğunu ileri  sürmüştü . Hz.  İsa  insanları  bu  durumdan  kurtarmaya  çalışmıştı  fakat  Hıristiyanlar  eski  tiranlığa  geri  dönmüştü . Musevilik  Bilimi  alimlerinin  tümü , bu  önyargıyı  düzeltmek  için  tüm  İncil  hikayesini  Hegelci  terimlerle  yeniden  yazdı . Çalışmalarına  göre  İncil , Yahudiliğin  kendi  öz  bilincine  erişmesini  sağlayan  tinselleşme  sürecini  kayda  geçirmişti . Solomon  Stecher  (1808-1889)  Yahudilerin  Hegelci  Tanrı  kavrayışına  erişen  ilk  kişiler  olduklarını  ileri  sürdü . İbrani  peygamberleri , başta  ilhamlarının  kaynağının  dışsal  bir  güçten  geldiğini  düşünmüş  fakat  sonunda  buna  yol  açan  şeyin  Tin-doğaları  olduğunu  anlamışlardı . Sürgün , Tanrı’ya  özgürce  yaklaşabilsinler  diye  Yahudileri  dışsal  destek  ve  kontrollerden  uzaklaştırmıştı. Samuel  Hirsch (1815-1889)  İbrahim’in  pagan  kaderciliğini  ve  bağımlılığını , kendini  tam  anlamıyla  kontrol  altında  tutarak  Tanrı’nın  önünde  tek  başına  durabilmek  adına  terk  eden  ilk  insanken , Hıristiyanlığın  putperestliğin  batıllığı  ve  akıldışılığına  dönmüş  olduğunu  ileri  sürdü.
            Ama  bazı  tarihçiler , Reformculuğun  yok  etmek  istediği  muska  takmak , perhiz  kuralları , ayin , sessizlik , oruç , ilahi  söylemek  ve  törenlere  özgü  hareketlerin , geleneğin  hepten  yok  edilmesinde  büyük  tehlike  olduğuna  inanıyorlardı . Bu  uygulamalar  Yahudi  yaşamının  elzem  unsurları  haline  gelmişti  ve  onlarsız  Musevilik  soyut , cansız  bir  kurallar  sistemine  doğru  yozlaşabilirdi . Tek  başına  akıl  Museviliğin  en  iyi  halini  tanımlayan  haz  ve  keyfi  üretemezdi . Reform  Museviliği  bu  eleştirilerin  doğruluğunu  fark  edecek  ve  zamanında  vazgeçtiği  adetlerinden  bazılarına  yeniden  dönecekti . Geleneğin  kaybedilmesi  konusunda  derin  endişeleri  olan  sofu  Yahudiler  19.  yy.  sırasında  Yeşivalar  ( Talmud  eğitimi  veren  eğitim  kurumları) kurmaya  başladılar. Geçmişte  Yeşiva, basitçe  sinagogun  arkasında  Tevrat  ve  Talmud  çalışması  için  yapılmış  birkaç  odadan  oluşurdu . Yüzlerce  yetenekli  öğrencinin  bir  araya  toplandığı , Avrupa’nın  dört  bir  yanından  uzmanların  geldiği  Yeşivalar  kuruldu . Öğrenciler  Tevrat  hakkında  bilgi  öğrenmek  için  buralarda  değillerdi ; tekrarla  öğrenme , hazırlık , canlı  ve  ateşli  tartışma  süreçleri  ibadet  gibi  görülüyordu . Bu  öğrenciler  aldıkları  eğitim  ve  ideolojiyle  yerel   cemaatleri  içinde  birer  kadroya  dönüşmeye  eğilimliydiler .
            19.yy.  sonunda  dünya  gerçekten  de  Tanrısız  bir  yer  gibi  görünebilirdi . Ateistler  sakıngan  bir  azınlık  değillerdi . Hegel’in  öğrencileri  Tanrı  fikrinin  insanlığımızı  zayıflattığını  ve  değerini  düşürdüğünü  ileri  sürüyorlardı . Karl  Marx’a  (1818-1883) göre  din  hasta  bir  toplumun  belirtisi , hastalanmış  sosyal  sistemi  tahammül  edilebilir  kılan  bir  afyondu  ve  bir  şifa  bulma  istemini  yok  ediyordu . Kutsal  metin  ile  bilim  arasında  günümüzde  hala  süren  savaş  için  tetiği  ilk  çekenler  radikal  Darwinciler  oldu . Din  ile  bilimin  tam  anlamıyla  bağdaşmazlığını  kanıtlamak  için  evrim  teorisini  basitleştirerek  halkın  anlayacağı  şekle  soktular .
            20.yy’ın  dönümünde  Yahudiler , Avrupa  insanlarının  temel  biyolojik  ve  genetik  niteliklerini  fazlasıyla  dar  bir  alana  sığdırarak  tanımlayan , böylece  Yahudi’nin  ‘’öteki ‘’ haline  getirildiği  yeni  bir  bilimsel  ırkçılık  yüzünden  tehlike  içindeydi . Dindar olmayan  bazı  Yahudiler  anavatan  Filistin’de  bir  Yahudi  devleti   kurmaya  yönelik  politik  bir  harekete , Siyonizm’i  yaratmaya  yöneldiler . İncil’e  ait  İsrail  Toprakları  simgesini  kullansalar  da , Siyonistler  itkilerini  dinde  değil , seküler  modern  düşüncede , yani , ulusçuluk , sömürgecilik  ve  sosyalistlikte  bulmuşlardı .
            Seküler  modernite  pek  çok  açıdan  iyi  niyetliydi  fakat  aynı  zamanda  şiddetliydi  ve  silahlı  mücadeleyi  romantikleştirmeye  eğilimliydi . 1914 - 1945  arasında  Avrupa  ve  Sovyetler  Birliğinde  70  milyon  insan  savaş  ve  çatışma  sonucu  öldü . İki  Dünya  Savaşında  zalimce  etkili  bir  etnik  temizlik  ile  soykırım  eylemleri  yaşandı . En  korkunç  gaddarlıkların  bazıları , Avrupa’daki  en  gelişkin  ve  eğitimli  toplumlarından  birini  yaratmış  olan  Almanlar  tarafından  yapıldı . Artık  akılcı  eğitimin  barbarlığı  yok  edeceğini  varsaymak  mümkün  değildi . II. Dünya  Savaşının   dehşeti , Japon  şehirleri  Hiroşima  ile  Nagazaki  üstündeki  ilk atom  bombalarının  patlamasıyla  sona  erdi . Yy’lar  boyunca  erkekler  ve  kadınlar  Tanrı’nın  getireceği  son  bir  kıyametin  hayalini  kurmuştu . Şimdiyse  bunu  yapmanın  yolunu  müthiş  bilgilerini  kullanarak  kendi  kendilerine  bulmuşlardı . Ölüm  kampı , mantar  bulutu  ve  günümüzde  çevrenin  nedensizce  yok  edilişi , modern  kültürün  kalbindeki  nihilst  ( Her  türlü  gerçek  varlığı  inkar  eden  aşırı  bireycilik , hiççilik , yokçuluk ) merhametsizliği  açığa  çıkarmaktadır . İncil’in  yorumlanması  her  zaman  tarihi  koşulların  etkisinde  kalmıştı  ve  20  yy.  boyunca  Yahudiler , Hıristiyanlar  ve  Müslümanlar  modernitenin  şiddetini  benimsemiş , kutsal  metne  dayalı  ideolojilerini  geliştirmeye  başlamışlardı .
            Birinci  Dünya  Savaşı  sırasında  ABD’deki  muhafazakar  Protestan’cılığa  bir  terör   unsuru  girdi : Eşine  rastlanmamış  katliam  öylesine  büyük bir  ölçekteydi  ki  insanlar bunların  Vahiy’ de  öngörülmüş  savaşlar  olduğu  sonucuna  vardılar . Muhafazakarlar artık  İncil’in  her  sözünün  literal  anlamda  gerçekliğine  inandıkları  için , yaşanan  olayları  belirli  İncil  öngörülerinin  gerçekleşmesi  olarak  görmeye  başladılar . İbrani  Peygamberleri  Yahudilerin  sondan  önce  topraklarına  döneceklerini  ilan  etmişlerdi , dolayısıyla  İngiltere  hükümeti  Filistin’de  bir  Yahudi  yurdu  için  destek  teminatı  vererek  Balfour  Deklarasyonu’nu  (1917)  çıkardığında , Hıristiyan  köktenciler  şaşkınlık  ve  sevinç  karışımı  bir  duygu  hissettiler . Cyrus  Scofield , Rusya’nın  kıyametten  önce  İsrail’e  saldıracak  ‘’ Kuzey’den  gelen  güç ‘’ ( Danyal  11- 15. , Yeremya  1- 14.) olduğunu  ileri  sürdü. Savaştan  sonra  Milletler  Cemiyetinin  yaratılışının  Vahiy  16-14.’ün  içerdiği  kehaneti  gerçekleştirdiği  açıktı . ‘’ Bunlar  doğaüstü  belirtiler  gerçekleştiren  cinlerin  ruhlarıdır . Her  şeye  gücü  yeten  Tanrı’nın  büyük  gününde  olacak  savaş  için  bütün  dünyanın  krallarını  toplamaya  gidiyorlar .’’ Milletler  Cemiyeti , yeniden  canlanmış  ve  sahte  Mesih’in  kısa  süreliğine  yöneteceği  Roma  İmparatorluğuydu . Hıristiyan  köktendinciler  İncil’i  okuduklarında  kendilerini  kısa  zaman  içinde  dünyayı  yok  edecek  şeytani  güçlerle  yüz  yüze  gördüler .
            Hıristiyan  köktencilere  göre  Milletler  Cemiyeti  ( Birlemiş  Milletler ) gibi  barışı  koruyacağını  söyleyen  kurumlar  yanlış  yoldaydı. Sahte Mesih, muhtemelen  bir  barış  kurucusu  çıkacaktı . Hz.  İsa  artık , şefkatli  bir kurtarıcı  değil , Vahiy’ in  önde  gelen  coşkun  ideologlarından  İsaac  Holderman’ın  söylediği  gibi  ‘’ Ne  dostluk , ne  de  sevgi  arayan  biri  gibi  gelen ……….,Giysileri  kana , başkalarının  kanına bulanmış. İnsanların  kanını  dökebilsin  diye  inen ‘’  savaşçı  Mesih’ti .                                          
            Hıristiyan  tefsirciler  Hz.  İsa’yı  İncil’in  kalbi  olarak  görmeyi  sürdürdüler . İsviçreli  Cizvit  Balthasar  (1905-1988) teolojisinde  Enkarnasyon  ( Hz.  İsa’nın  insan  bedeninde  ‘’ete  kemiğe  bürünen’’  Logos’un  inişi ) fikri  üzerine  eğildi . Ona  göre  Hz.  İsa , kutsal  metin  gibi , Tanrı’nın  Söz’ ünün  insan  biçimi  almış  haliydi . Tanrı  bilinebilirdi  ve  kendini  bizim  anlayabileceğimiz  şekilde  ifade  edebilirdi . Ama  bu  zor  fakat  elzem  metinlerle  sürekli  boğuşmak  durumundaydık . İncil , okuyuculara  ilahi  olan  kendi  yaşamlarının  ideal  boyutu  olarak  görmelerine  yardımcı , Tanrı  ile  insan  arasındaki  karşılaşmalarının  örnek  hikayelerini  sunuyordu . Buna  karşın , Tanrı’nın  İncil’deki  vahyinin  belirleyici  ‘’esas’’  yada  köklerini  çıkarmak  imkansızdı . Teoloji , ‘’ kelimeler  ve  kavramlardaki  yansımadan  fazlası  olamaz, asla  sona  erdirilemezdi , asla  tamamen  anlaşılamazdı. ’’
            Harvard’da  karşılaştırmalı  din  profesörlüğü  yapmış  Wilfred  Cantwell  Smith  (1916-2000)  yakın  geçmişte  İncil’i  tarihsel  biçimde  anlamanın  önemini  vurgulamıştı . Fikrine  göre , ayetlerinden  herhangi  biri  pek  çok  farklı  yolla  yorumlanabilecekken , İncil’in  gerçekten  ne  söylemek  istediğini  bilmek  olanaksızdı . Dindar  kişiler , belirli  bir  yer  ve  zamanın  sınırları  içinde  kendi  kurtuluşlarının  yolunu  bulmuştu . İncil , tarihlerinin  farklı  evrelerinde  Yahudi  ve  Hıristiyanlara  farklı  şeyler  söylemişti ; tefsirleri  kaçınılmaz  biçimde  kendi  özel  koşullarıyla  renklenmişti . Bir  yorum  sadece  İncil  yazarının  ne  söylediği  üzerine  odaklanıyor , kuşaklar  boyu  Yahudi  ve  Hıristiyan’ın  onu  nasıl  anladığını  görmezden  geliyorsa , İncil’in  önemine  zarar  verirdi .
            Politikaları  ve  yargıları  meşrulaştırmak  adına  kanıt  metinlerden  alıntı  yapmaya  dayanan  modern  alışkanlık , yorumcu  gelenekle  örtüşmemektedir . Kutsal  metin  gerçekte  bir  metin  değil , binlerce  insanı  aşkınlıkla  tanıştıran  ruhani  bir  süreç , bir  eylemdir . İncil  kuram  ve  inançlara  arka  çıkmak  için  kullanılmış  olabilir  fakat  işlevi  bu  değildir . Literal  algılama  üzerindeki  köktenci  vurgu  modern  ruhu  yansıtır , fakat  gelenekten , genellikle  değişmeceli  yada  yenilikçi  yorumu  tercih  eden  bir  kopuşa  işaret  eder . Örneğin , İncil’de  tek  bir  yaratılış  kuramı  yoktur  ve  Tekvin’ in  ilk  bölümü , nadir  olarak  kozmosun  kökenlerinin  olgusal  bir  tanımlaması  olarak  okunmuştur . Günümüzde  Darvinciliğe  karşı  çıkan  Hıristiyanların  pek  çoğu  Calvincidir , ama  Calvin , İncil’in  bilimsel  bir  belge  olmadığını, astronomi  yada  kozmoloji  hakkında  bir şeyler  öğrenmek  isteyenlerin  başka  bir  yere  bakmaları  gerektiği  üzerinde  ısrarla  durmuştur .
            Farklı  metinlerin   tamamen  karşıt  görüşleri  desteklemek  üzere  kullanıldığını  görmüştük . Hz.  İsa’nın  ilahlığı  hakkında  karar  vermek  için  belirli  bir  gerekçe  bulunamadığından , İncil’le  çok  az  bağ  gösteren  teolojik   çözümler  getirilmiştir . Köle  sahipleri  İncil’i  başka  bir  yolla , köleler  ise  bambaşka  bir  yolla  yorumlamışlardı .
            Tarih  boyunca  insanların  gaddarca  hareketlerini  gerekçelendirmek  amacıyla  İncil’i  kullandığı  sorgu  götürmez  bir  gerçektir . Dünya  her  zaman  şiddetli  bir  yer   olmuş  ve  kutsal  metin  ile  tefsiri  genellikle  çağdışı  saldırganlığa  yenik  düşmüştür . Yeşua , Tesniyeciler  tarafından  bir  Asurlu  general  zalimliğiyle  dövüşürken  sunulmuştur . Haçlılar , Hz.  İsa’nın  pasifist  öğretilerini  umursamamış  ve  Kutsal  Topraklara  yapılacak  seferlere  kaydolmuşlardı , çünkü  onlar  askerdi , militan  bir  din  istiyorlardı  ve  özellikle  feodal  değer  sistemlerini  İncil’e  uyguladılar . Zamanımız  için  de  aynısı  geçerlidir . Modern  dönem  daha  önce  hiç  olmadığı  kadar  büyük  ölçekte  şiddet  ve  katliam  görmüştür  ve  bunun  kimi  insanların  İncil’i  okuma  biçimlerini  etkilemesi  şaşırtıcı  değildir.
            Ama  kutsal  metin  bu  yolla  böylesi  kötü  suiistimal  edildiği  için , tefsir  geleneklerinin  iyicil  yönlerini  vurgulayan  karşı  anlatı  kurmak , Yahudi , Hıristiyan  ve  Müslümanların  görevidir . Dinler arası  anlayış  ve  işbirliği  artık  hayatta  kalabilmemiz  için  elzemdir . Belki  de  Tek  Tanrılı  üç  dinin  üyeleri  ortak  bir  yorumlama  yöntembilimi  oluşturmak  için  bir  arada  çalışmalıdır . Bu  tür  bir  çalışma , sorunlu  metinlerin  kalıcı  eleştirel , ahlaki  ve  ruhani  incelemelerinden , tarih  boyunca  yorumlanma  biçimlerinden  ve  onları  şimdi  sömüren  insanların  tefsirlerinin  derinlemesine  araştırılmasından  oluşmalıdır .
            Konuşkan , fikir  sahibi  bir  toplumuz  ve  dinlemek  konusunda  her  zaman  iyi  sayılmayız . Politika , medya  ve  akademik  dünya  söylemleri  özünde  rakiptir . Bu  bir  demokraside  kuşkusuz  önemliyken , insanların  gerçekte  karşıt  bir  görüşe  açık  olmadıkları  anlamına  da  gelebilir . Parlamento  tartışmalarında  yada  televizyondaki  tartışmalarda  katılımcıların , kendilerine  karşıt  kişiler  konuşurken , bir  sonraki  sefer  kendilerinin  söyleyeceği  zekice  yanıtı  düşündükleri  genellikle  ortadadır . Aynı  zamanda  karmaşık  sorulara  hemen  yanıt  almak  isteriz . İncil , yazılı  metin  haline  gelmeden  önce  kimi  insanlar  yazılı  kutsal  metinlerin  kaypak , yüzeysel  bir  ‘’bilme’’  durumunu  teşvik  etmesinden  korkuyorlardı . Bu , insanların  doğruyu  bilgisayarlarda  bir  tıklamayla  bulmaya  alıştıkları  elektronik  çağda  daha da  büyük  bir  tehlikedir .   
            Mantıkçı  N.L.  Wilson , yabancı  bir  grup metinle  karşılaşan  bir  eleştirmenin  ‘’ merhamet  ilkesini ‘’ uygulaması  gerektiğini  öne  sürdü . Eleştirmen , ‘’olgular  hakkında  ne  bildiğinin  ışığında , bedenin  cümleleri  arasından  gerçeği  büyütecek ‘’ bir  yorum  aramalıydı . Dilbilimci  Donald  Davidson , ‘’ Başkalarının  söyledikleri  yada  yaptıklarından  anlam  çıkarmak , en  sapkın  davranışlar  söz  konusuyken  bile , içlerinde  büyük  bir  gerçek  ve  mantık  bulmanızı  gerektirir ‘’ diyordu . İnançları  sizinkilerden  çok  farklı  olsa  da , ‘’yabancının  size  fazlasıyla  benzediğini  var  saymalıydınız ‘’  yoksa  onların  insaniyetini  reddetme  tehlikesi  içine  düşerdiniz . Davidson  şöyle  devam  etmişti : ‘’ Merhamet  bize  dayatılmıştır . Bundan  hoşlanalım , hoşlanmayalım ; başkalarını  anlamak  istiyorsak , onları  pek  çok  konuda  haklı  bulmalıyız . ‘’
            ‘’ Merhamet  ilkesi ‘’ , dini  şefkat  idealiyle , ötekiyle  ‘’ birlikte  hissetme ‘’  ödeviyle  uyumludur . Geçmişin  bazı  büyük  tefsircileri  merhamet  ve  şefkatin  İncil  yorumu  için  elzemliği  üzerinde  ısrarla  durmuştur . Tehlikeli  bir  biçimde  kutuplaşan  dünyamızda , dinler  arasında  kurulacak  ortak  bir  yorumlama  yöntem  bilimi  bu  geleneğin  altını  mutlaka  çizmelidir . Yahudiler , Hıristiyanlar  ve  Müslümanlar , öncelikle  kendi  kutsal  metinlerinin  tefsirlerinin  kusurlarını  incelemeli , sonra  da  diğerlerinin  tefsirini  alçakgönüllülükle  ve  merhametle  dinlemelidir .
            Augustine , kutsal  metnin  merhametten  başka  bir  şey  öğretmediğini  ileri  sürmüştü . O  halde  Yeşua’nın  katliamlarını , Ferisilerin  İncil’i  istismar  etmelerini  ve  vahiy  savaşlarını  nasıl  yorumlarız ? Augustine’nin   nasihat  ettiği  gibi , bu  konular  öncelikle  tarihsel  bağlamlarına  yerleştirilmeli  ve  geçmişte  nasıl  yorumlanmış  olabileceği , daha  önce  üstünde  düşünüldüğü  yolla  incelenmelidir . Bir  tefsirci , bir  metnin  daima  en  merhametli  yorumunu  aramalıdır .
            ‘’ Aramaya  çıkmak .’’ Tefsir  yeni  bir  şey  arayışıdır .
            Ana  dinlerin  hepsi  merhametin  bizi  Tanrı’ya , Nirvana’ya  ve  Tao’ya  götüreceği  üzerinde  ısrarla  durur . Merhamet  ilkesine  dayalı  bir  tefsir , bölünüp  parçalara  ayrılmış  dünyamızda  derinden  duyulan  ruhani  bir  disiplin  haline  gelebilir .  
            Bu  noktada  belki  de  tefsir’ in  ne  demek  olduğunu  kısaca  hatırlatmak  gerekebilir. Tefsir  yorumlamadır ; Kutsal  Kitapların  surelerini , ayetlerini  açıklayarak görüşler  ileri  sürme , bunları  yazma , yorumlama  bilimidir . Bir  ayetin  nasıl  merhamet  ilkesiyle  yorumlanabileceğine  örnek  vermek   istiyorum . Maide  Suresi  38.  Ayet  der  ki : ‘’ Hırsızlık  eden  erkeğe  ve  hırsızlık  eden  kadına  gelince , işlemiş  oldukları  fiillere  karşılık , Allah’tan  gelen  bir  caydırıcı  müeyyide  olarak  her  ikisinin  ellerini  kesin . Zira  Allah  kudretlidir , hikmet  sahibidir . ‘’
            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder